Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi
Charles Bukowski
28/08/1991 23:28
Hipodromda iyi bir gün. Tahminlerimin tümü tuttu neredeyse.
Yine de sıkıcı olabiliyor orası, kazanınca bile. İki koşu arasındaki otuz dakikalık bekleyişler yüzünden; hayatın hiçliğe akıp gidiyor. İnsanlar kasvetli görünüyorlar orda, çiğnenmiş. Ben de aralarında-yım. İyi de nereye gideyim? Müzeye mi? Bütün gün evde oturup yazarcılık oynamayı bir düşünün. Küçük bir eşarp bağlayabilirim boynuma. Arada sırada ziyaretime gelen hayli düşmüş bir şairi anımsıyorum. Gömleğinin düğmeleri kopuk, pantolonunda kusmuk, saçı yüzünde, bağcıkları çözük, ama boynunda her zaman tertemiz uzun bir eşarp. Şairliğinin simgesiydi o eşarp. Şiirleri mi? Hiç girmeyelim...
Eve döndüm, havuzda yüzdükten sonra jakuziye girdim. Ruhum tehlikede. Hep oldu.
Linda ile kanepede oturmuştuk, iyi ve karanlık gece inmek üzereydi ki kapı çalındı. Linda gidip kapıyı açtı.
"Buraya gelsen iyi olacak Hank..."
Kapıya gittim. Üstümde rob, yalın ayak. Sarışın bir delikanlı, iri-
5
ce bir genç kız ve ortalama ölçülerde bir kız daha.
"Evime insan kabul etmem," dedim onlara.
"imzanızı istiyoruz sadece," dedi sarışın genç, "Bir daha gelmeyeceğimize söz veriyorum."
Sonra elleri ile başını tutarak kıkırdamaya başladı. Kızlar bakıyorlardı sadece.
"Ama ne kağıdınız var, ne de kaleminiz," dedim.
"Şey," dedi genç ellerini başından çekerek, "başka zaman kitaplarınızdan biri ile geliriz. Daha uygun bir zamanda..."
Rob. Yalın ayak. Oğlan beni eksantrik bulmuş olmalıydı. Öyleydim belki de.
"Sabah gelmeyin," dedim.
Dönüp gittiler ve kapıyı kapattım.
Şimdi yukarda oturmuş onlar hakkında yazıyorum. Sert davranmak zorundayım, yoksa acımasızdırlar. Kapımı kapalı tutabilmek için korkunç şeyler yaşadım birkaç kez. Çoğu onları içeri davet edeceğimi ve sabaha dek içeceğimizi sanır. Yalnız içmeyi yeğlerim. Yazarın borcu yazarlığınadır sadece. Okuyucuya karşı sorumluluğu yazılarını bastırıp sunmaktan öteye geçmez. Üstelik kapımı çalanların çoğu okurum değiller, benim hakkımda bir şeyler duymuşlarda". En iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.
29/08/91
22:55
Bugün hipodromda zaman geçmek bilmedi, lanet hayatım bir çengelin ucundan sarkıyordu sanki. Personel dışında her gün orda olan başka birini tanımıyorum. Bir tür hastalık olsa gerek. Saroyan bütün parasını at yarışlarında kaybetti. Fante pokerde, Dostoyevski rulette. Ve son meteliğinle oynamıyorsan para değildir asıl mesele. Kumarbaz bir arkadaşım bir keresinde bana, "Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak," demişti. Ben paraya arkadaşımdan daha çok saygı duyarım. Ömrümün büyük kısmı yoksulluk içinde geçti. Bir park bankının, ev sahibesinin kira istemek için kapıyı çalmasının ne olduğunu bilirim. Para ancak iki şekilde sorun teşkil eder: çok fazla ya da çok azsa.
Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. Hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. Bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. Sonuçta kimse kazanmaz. Geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi
7
bir an için kaçırmak. Allah kahretsin, amaçsızlık üstüne düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. Bu da beni uyandırıp Sartre havasından çıkardı. Mizah gerek bize, kahkaha gerek. Eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. Yazmak hariç. Artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum. Yaşlandıkça daha çok yazıyor, ölümle dans ediyorum, iyi bir gösteri. İyi de yazdığımı düşünüyorum. Bir gün, "Bukowski ölmüş," diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. Ne fayda? Ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır. Hipodromun işlevini anlayabiliyor musunuz? Dizelerin yuvarlanmalarını sağlar. Talih kuşu. Bülbülün son ötüşü. Ağzımdan çıkan her söz mükemmeldir çünkü yazarken kumar oynarım. Çok fazla yazar çok dikkatli yazıyor. Çalışıyorlar, öğretiyorlar ve başarısız oluyorlar. Alışıla gelmiş kalıplar ateşlerini söndürüyor.
Burada, ikinci katta Macintosh'umla mutluyum şimdi. Dostumla.
Ve radyoda Mahler çalıyor; kolaylıkla süzülen, büyük risklere giren bir müzik. Risk gereklidir bazen. Şimdi de o güçlü uzun dalgaları gönderiyor. Sağol Mahler; senden ödünç alıyorum ve borcumu asla ödeyemeyeceğim.
Çok fazla sigara içiyorum, çok fazla içki içiyorum, ama çok fazla yazmam mümkün değil. Durmadan geliyor ve doyamıyorum ve her şey Mahler'e karışıyor. Bazen durdururum kendimi. Dur bir dakika derim, git yat ya da dokuz kedini seyret ya da karınla otur biraz. Ya hipodromdasın ya da Macintosh'un başında. Ve dururum, frene basıp park ederim. Kitaplarımın devam etmelerine yardımcı olduklarını söyleyen mektuplar alırım bazen. Benim de devam etmeme yardımcı oldular. Yazmak, atlar ve dokuz kedi.
Bu odanın küçük bir balkonu var, şu anda kapısı açık ve Harbor Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.
Devam et Mahler! Harikulade kıldın geceyi. Durma, orospu çocuğu! Durma!
8
11/09/91 01:20
Ayak tırnaklarımı kesmeliyim. Birkaç haftadır ayaklarım ağrıyor. Nedeni tırnaklar, ama yine de kesecek zamanı bulamıyorum. Her dakika için savaşıyor, hiçbir şeye vakit bulamıyorum. Hipodromdan uzak durabilsem vakit bulacağım elbette. Ama ömrümü kendime ayırabileceğim bir saat için savaşarak geçirdim. Kendimle başbaşa kalmamı engelleyen bir şeyler vardı hep.
Bu gece ayak tırnaklarımı kesmek için büyük gayret göstermeliyim. Biliyorum; kanserden ölenler, sokaklarda yatanlar var ve ben burada oturmuş ayak tırnaklarımı kesmekten söz ediyorum. Olsun, yılda 162 beysbol maçı izleyen bir denyodan daha yakınım gerçekliğe muhtemelen. Cehennemimi yaşadım ben ve hâlâ yaşıyorum. Kendimi üstün hissetmiyorum. Yetmiş bir yaşında hâlâ hayatta olup ayak tırnaklarımı kesmekten şikayet edebilmem mucizenin ta kendisi bana kalırsa.
Filozofları okuyorum son günlerde. Gerçekten tuhaf, deli matrak, kumarbaz adamlar bunlar. Descartes çıkıp herkesin zırvaladığını, mutlak ve aşikar gerçekliğin tek modelinin matematik olduğunu
söylüyor. Mekanizm. Derken Hume nedensel bilginin geçerliliğini sorguluyor. Sonra Kierkegard, "Parmağımı varoluşa daldınyorum-kokusu yok. Nerdeyim?" diye soruyor. Derken Sartre ve varoluşun anlamsız olduğu iddiası. Seviyorum bu adamları. Dünyayı sallıyorlar. Bu düşünceler başlarını ağrıtmadı mı? Ani bir kasvet kükreme-si çıkmadı mı dişlerinin arasından? Böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor, bağırsaklarım düğümleniyor. Bu gece de ayak tırnaklarımı kesmeyeceğim galiba. Deli değilim ama aklımın başımda olduğu da söylenemez. Hayır, deliyim belki. Neyse, gün ışıyıp saat ikiye geldiğinde Del Mar hipodromunda mevsimin son koşusu koşulacak. Bu mevsim her gün oynadım, her koşuda. Gidip uyuyacağım sanırım. Jilet gibi tırnaklarım güzelim çarşafı yırtacak. İyi geceler.
10
12/09/91 11:19
Bugün atlar koşmuyor. Tuhaf bir normallik duygusu içindeyim. Hemingway'in boğa güreşlerine neden ihtiyaç duyduğunu biliyorum; resmi çerçeveliyordu onun için; gerçeğin nerede olduğunu ve ne olduğunu hatırlıyordu. Elektrik faturası, yağ değiştirme filan derken unuturuz bazen. Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: "Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım."
Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da ya-şanamayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstlerine, sıçıyorlar. Geri zekalılar. Tek düşündükleri düzüş-mek, sinema, para ve düzüşmek. Hiç düşünmeden yutuverirler Tan-rı'yı, hiç düşünmeden yutuverirler Vatan'ı. Çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirir, başkalarının onlar için düşünmelerine izin verirler. Pamuk beyinliler. Görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çir-
11
kin, yürüyüşleri çirkin. Yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın onlara, duymazlar. Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye.
Görüyor musunuz, atlara ihtiyacım var, yoksa mizahımı yitiriyo-rum. Ölümün tahammül edemediği bir şey varsa yüzüne gülünme-sidir. Gerçek kahkaha bire yirmi veren atı bulmaktır. Gerçek bir kahkaha atmayalı üç-dört hafta oldu. Beni çiğ çiğ yiyen bir şey var içimde. Kaşınıyor, geriniyor, etrafıma bakmıyor, ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Ama bu Avcı zeki. Göstermiyor kendini.
Bilgisayar tamire gitmeli. Ayrıntılarla başınızı ağrıtmayacağım. Bir gün bilgisayarlar hakkında bilgisayarlardan daha çok bilgi sahibi olacağım. Ama şimdilik makine beni taşaklarımdan kavramış durumda.
Bilgisayara şiddetle karşı iki editör var. Onlardan birer mektup aldım, bilgisayara verip veriştiriyorlar. Mektupların yansıttığı nefret beni şaşırttı. Ve çocuksuluk. Bilgisayarın benim yerime yazamayacağını biliyorum. Yazabilseydi istemezdim. İki mektubun sahibi de konuyu fazla uzatmış. Ana fikir bilgisayarın yazarın ruhuna iyi gelmediği. İnsan ruhuna iyi gelen o kadar az şey var ki. Ben rahatlıktan yanayım. Üretkenliğimi ikiye katlayabiliyor ve yazının niteliği değişmiyorsa bilgisayarda yazmayı yeğlerim. Yazmak uçmaktır benim için. Ateşler yakmaktır. Yazmak, ölümü sol cebimden çıkarıp duvara atıp tutmaktır.
Bu herifler sürekli çarmıhta istiyorlar insanı, kanamıyorsan ruhun yok. Yarı kaçık istiyorlar seni, salyaların gömleğine akmış. Yeterince kaldım çarmıhta ben, depom dolu. Çarmıhtan uzak kalmayı başarabilirsem ömrümün sonuna kadar yeter. Artar bile. Biraz da onlar çıksınlar çarmıha, kutlayacağım. Ama yazıyı yaratan acı değildir, yazardır.
Neyse, bilgisayarın tamire gitmesi gerekiyor ve bu iki editör yazılarımın daktiloda yazıldığını görünce içlerinden, "Bukowski ruhuna kavuşmuş, bu metinler çok daha iyi okunuyor," diye geçirecekler.
İyi de, editörlerimiz olmasa ne yapardık? Hatta, biz olmasak editörlerimiz ne yapardı.
12
13/09/91
17:28
Hipodrom kapalı. Atlar bugün Pomona'da koşuyorlar ve burdan oynama olanağı yok. Bu sıcakta Pomona'ya sürersem Allah belamı versin. Sonunda Los Alamitos gece yarışlarına yazılacağım galiba. Bilgisayar bir kez daha tamirden döndü, ama artık imlamı düzeltmiyor. Eski haline getirmek için hayli çabaladım. Muhtemelen tamirciyi arayıp, "Ne yapmam gerekiyor?" diye soracağım ve o da bana, "main diskten hard diske aktar," gibi bir şey söyleyecek. Ve söylediğini yaparken her şeyi sileceğim. Daktilo arkamda oturmuş, "Ben hâlâ buradayım," der gibi.
Olmak istediğim tek yerin bu oda olduğu geceler var. Yine de yukarı çıkınca boş hissedebiliyorum kendimi. İçip sarhoş olsam ekranda sözcükleri dans ettireceğimi biliyorum ama yarın öğleden sonra havaalanına gidip Linda'nın kız kardeşini karşılamam gerek. Bizi ziyarete geliyor. Adını Robin'den Jharra'ya değiştirdi. Kadınlar yaşlanınca adlarını değiştiriyorlar. Değiştiren çok, demek istiyorum. Erkeklerin ad değiştirdiğini bir düşünün? Birini arıyorum ve aramızda şöyle bir konuşma geçiyor mesela:
13
"Hey Mike, Menekşe ben."
"Kim?"
"Menekşe. Eskiden Charles'dım ama artık Menekşe'yim. Bundan böyle Charles diye seslenenlere cevap vermeyeceğim."
"Siktir git, Menekşe."
Mike telefonu yüzüme kapar.
Tuhaf şey yaşlanmak. Kendine sürekli, ben yaşlıyım, ben yaşlıyım, demen gerekiyor. Gerçi yürüyen merdivenden inerken kendini aynada görürsün ama doğrudan bir bakış değildir bu, temkinli bir gülümseme ile yanlamasına bir göz atıştır sadece. Çok da kötü görünmezsin, tozlu bir mum gibi. Elden ne gelir? Tanrıların canı cehenneme, oyunun canı cehenneme. Otuz beş yıl önce ölmüş olmam gerekirdi. Hesapta olmayan görüntüler bunlar, korku gösterisine fazladan bir bakış. Yazar yaşlandıkça daha iyi yazabilmeli. Daha çok görmüş, daha çok katlanmış, daha çok yitirmiştir ve ölüme daha yakındır. Özellikle sonuncusu büyük avantajdır. Ve yeni bir sayfanın heyecanı hep vardır, boş ve beyaz sayfanın heyecanı. Kumar sürer. Ve babaların laflarını anımsarsın hep. Jeffers: "Öfke duy güneşe." Hepsi birbirinden güzel. Sartre mesela: "Cehennem ötekilerdir." Hedefi gözünden vurmak diye buna derim. Ben hiç yalnız hissetmem kendimi. En iyisi yalnız olup tamamen yalnız olmamaktır.
Sağımdaki radyo bana iyi klasik müzik getirmek için elinden geleni yapıyor. Her gece üç-dört saat radyo dinlerken ya yazar, ya da hiçbir şey yapmadan otururum. İlacım bu benim, günün pisüğini alır üstümden. Klasik bestecilerin böyle bir etkisi var üstümde. Şairlerin, romancıların, öykücülerin yok. Kalpazanlar çetesi. Sahtekar barındırmaya elverişli bir yanı var yazmanın. Nedir? Katlanılması en güç insanlar yazarlardır, hem yazılarında hem de şahsen. Şahsen daha da katlanılmazdırlar, bu da hayli katlanılmaz demektir. Ve biz yazarlar birbirimizden şikayet etmeye bayılırız. Baksanıza bana.
Yazarlığa dönersek; elli yıl önce nasıl yazdıysam bugün de aşağı yukarı öyle yazıyorum. Kiramı yazarak ödeyebilmem için neden elli bir yaşına gelmem gerekti? Yani, haklıysam, üslubum değişme-diyse, neden bu kadar sürdü? Dünyanın bana yetişmesini mi bekle-
14
mem gerekmişti? Ve yetiştiyse ben şimdi nerdeyim? Boktan bir yerde olduğum kesin. Şöhretin beni şımarttığını sanmıyorum. Şöhretten şımarmış biri bunun farkında olabilir mi? Kendimden memnun olmaktan çok uzağım ama. Denetleyemediğim bir şey var içimde. Arabamla bir köprüden geçiyorsam aklımdan mutlaka intihar geçer. İntihan düşünmeksizin bir göle ya da okyanusa bakamam. Çok durmam üstünde. İNTİHAR. Aniden yanan bir ışık gibi. Karanlıkta. Çıkış yolu olduğunu bilmek içerde kalmayı kolaylaştırır. Anlıyor musunuz? Yoksa sonu deliliktir. O da hiç hoş değildir dostlarım. Ve ne zaman iyi bir şiir yazsam koltuk değneğidir benim için. Başkalarını bilmem ama, ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde içimden, "ey büyük Allahım, yine mi?" diye geçiririm. Hayat düzmüş beni bir kere, geçinemiyoruz. Hayattan küçük lokmalar almak zorundayım, bütün atamıyorum ağzıma. Kovalar dolusu bok yemek gibi. Akıl hastanelerinin, hapishanelerin, sokakların dolu olması beni şaşırtmıyor. Kedilerimi seyretmek iyi gelir bana, içimi serinletir. Onların yanında kendimi iyi hissederim. İnsan dolu bir odaya sokmayın beni yeter ki. Sakın. Özellikle tatil günlerinde. Yapmayın.
İlk karımın Hindistan'da ölü bulunduğunu ve ailesinin cesetine sahip çıkmadığını öğrendim. Zavallı kız. Boynu sakattı. Döndüre-miyordu. Bunun dışında harikuladeydi. Beni boşadı ve boşamakta haklıydı. Onu kurtarabilecek kadar müşfik ve cesur değildim.
16
21/09/91
21:27
Bir film galasına gittim dün gece. Kırmızı halı. Patlayan flaşlar. Film sonrası parti. İki parti. Konuşulanları pek duyamadım. Çok kalabalıktı. Çok sıcak. Birinci partide yusyuvarlak gözlü, gözlerini hiç kırpmayan bir genç beni barda kıstırdı. Ne aldığını bilmiyorum ama kafası iyiydi. Ya da kötü. Onun gibi çok insan vardı etrafta. Genç adamın yanında oldukça hoş üç hatun vardı ve bana hatunların çük emmeye ne kadar meraklı olduklarını anlatıp duruyordu. Hatunlar gülümseyip, "Evet, evet!" diyerek onayladılar. Muhabbet bundan ibaretti. Çük emmeyi ne severler, ne severler... Benimle kafa bulup bulmadıklarım anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra usandım ama. Adam aynı şeyleri söylüyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıp duruyordu. Sonunda gömleğinin yakasına yapışıp sert bir hareketle kendime çektim, orda tuttum ve "Bak koçum, bu kadar insanın önünde yetmiş bir yaşında birinden dayak yemek hiç yakışık almaz, değil mi?" diye sordum. Sonra bıraktım yakasını. Barın öbür ucuna doğru yürüdü. Hatunlar da peşinden gittiler. Bir şey anladıysam arap olayım.
17
Küçük odalarda oturup sözcüklerle oynamaya fazla alışmışım anlaşılan. İnsanların arasında yeterince bulunuyorum zaten. Hipodromlarda, süper marketlerde, benzin istasyonlarında, otoyollarda, kafelerde. Bundan kaçış yok. Ama partilere gittiğimde kendimi tek-meleyesim gelir, içki ücretsiz olsa bile. Bana göre değil. Yeterince hamur var elimde. İnsanlar içimi boşaltır. Depomu doldurabilmek için onlardan uzak durmalıyım. Ağzımda beedi ile bilgisayarın başına oturmuş, ekranda çakan sözcükleri izleyen halimle kendimim bana en iyi gelen. İnsan ender ya da ilginç biri ile çok seyrek karşılaşıyor. Bu sinir bozucu olmakla kalmıyor, sürekli yaşanan siktirici bir şok da. Allahın cezası huysuz biri yapıyor beni. Herkes lanet bir mendebur olabilir ve öyledir de. İmdat!
Bu gece iyi bir uyku çekersem bir şeyim kalmaz. Ama uyumadan önce okuyabileceğim bir şey asla yok. İyi edebiyatın temel taşlarını okuduktan sonra geriye pek bir şey kalmıyor. Kendimiz yazmalıyız. Elektrik yok havada. Ama yine de yarın sabah uyanmayı umuyorum. Uyanmasam da eyvallah. Ne araba lastiğine, ne traş bıçağına, ne Yanş Bülteni'ne, ne de tele-sekretere ihtiyacım olacak. Telefon genellikle karım için çalar zaten. Çanlar benim için Çalmıyor.
Uyku, uyku. Yüzü koyun uyurum. Eski bir alışkanlık. Çok fazla kaçık kadınla birlikte oldum. Takınılan sağlama almak gerek. O hergelenin bana karşılık vermemesi kötü oldu. İçimden birini pataklamak geliyordu oysa. Moralimi fevkalade düzeltebilirdi. Yazık. İyi geceler.
25/09/91 00:28
Sıcak, aptal bir gece. Kediler perişan, kürklerine hapsolmuş bana bakıyorlar ve elimden bir şey gelmiyor. Linda birkaç yere uğramak üzere çıktı. Bir şeyler yapmaya, insanlarla konuşmaya ihtiyacı var. Şikayetçi değilim ama içki içmeye meyilli ve araba kullanıyor. Ben insanlara iyi eşlik edemem, konuşmak abes gelir bana. Fikir teatisinde bulunmak istemiyorum -ruh teatisinde de. Bir kaya parçasıyım. Kaya parçası olarak kalmak istiyorum, başından beri böyleydim. Babama karşı geldim, okula karşı geldim, yurttaş olmaya direndim. Beni böyle yapan her ne idi ise başından beri vardı sanki. Kimsenin o şeyi kurcalamasından haz etmedim. Hâlâ da etmem.
Günlük tutmayı dangalakça bulurum. Ben bunu sadece biri önerdiği için yapıyorum. Anlayacağınız dangalağın bile ancak müsveddesi olabiliyorum. Ama günlük tutmanın bir kolaylık sağladığını da kabul etmek gerek. Bırakıyorum yuvarlansın. Tepeden aşağı yuvarlanan sıcak bir bok parçası gibi.
Hipodrom konusunda ne yapacağımı bilmiyorum. Külleniyor giderek benim için. Bugün Holywood Park'tan Fairplex Park'da
20
koşulan 13 koşuya oynadım. Yedinci koşunun sonunda 72 dolar kazançlıydım. Ne fayda? Kaşlarımdaki beyaz kılları azaltır mı? Beni bir opera sanatçısı yapar mı? Ne istiyorum? Zor bir oyunu önde bitiriyorum, hem de devletin yüzde on sekizlik kesintisine rağmen. Üstelik bunu sık yapıyorum. Öyleyse çok da zor olmasa gerek. Daha ne istiyorum? Bir Tanrı olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Umurumda bile değil. Bu yüzde on sekizlik kesinti de neyin nesi?
Başımı çeviriyorum ve her zaman konuşurken gördüğüm adamı konuşurken görüyorum. Her gün aynı yerde durup birilerine bir şeyler anlatıyor. Yarış Bülteni'ni elinde tutup atlardan söz ediyor. Ne kadar kasvet verici. Ne işim var burda?
Çıkıyorum. Asansöre binip otoparka iniyor, arabama biniyor ve gazlıyorum. Saat sadece öğleden sonra dört. Ne güzel. Arabamı sürüyorum. Başkaları da arabalarını sürüyorlar. Bir yaprağı tırmanan sümüklü böceklerden farkımız yok.
Evimin garajına giriyor, park edip arabadan iniyorum. Lin-da'dan tele-sekretere kaydedilmiş bir mesaj var. Postaya bakıyorum. Gaz faturası. Bir de içinde şiirler olan bir zarf. Aybaşılarından, memelerinden ve göğüslerinden ve düzülmekten söz eden kadınlar. Son derece sıkıcı. Çöpe atıyorum.
Sonra soyunup havuza giriyorum. Su buz gibi. Nefis ama. Havuzun derin ucuna doğru yürüyorum, suyun seviyesi her adımda yükselip beni serinletiyor. Sonra dalıyorum. Dinlendirici. Dünya nerde olduğumu bilmiyor. Su üstüne çıkıp havuzun öbür ucuna yüzüyor, havuzun kenarına oturuyorum. 9. ya da 10. ayak koşuluyor olsa gerek. Atlar hâlâ koşuyor. Aptal beyazlığımın ve yaşımın farkında, suya dalıyorum yine. Olsun, iyi yine de. Kırk yıl önce ölmüş olabilirdim. Su üstüne çıkıyorum, havuzun öbür ucuna yüzüp havuzdan çıkıyorum.
Çok zaman geçti üstünden. Şimdi odamda, Macintosh'umun başındayım. Bugünlük bu kadar. Uyuyacağım sanırım. Yarın hipodromdayım, dinlenmem gerek.
21
26/09/91 00:16
Bugün yeni kitabın ilk provası geldi. Şiir. Martin 350 sayfa civarında olacağını söylüyor. Şiirleri sağlam buluyorum. Buharını salarak raylarda ilerleyen yaşlı bir şimendiferim ben.
Okumak iki saatimi aldı. Hayli deneyimliyim bu işte. Dizeler akıcı ve söylemelerini istediklerimi söylüyorlar. Etkisinde olduğum yazar kendimim artık.
Yaşarken hepimiz farklı tuzaklara yakalanırız. Kimse kaçamaz o tuzaklardan. Bütün hayatını bir tuzakta yaşayanlar bile vardır. Önemli olan tuzağın tuzak olduğunu fark etmektir. Fark edemiyor-san, bitmişsin. Ben tuzaklarımın çoğunu fark ettiğime inanıyorum. Ve yazdım onlar hakkında. İnsan sadece tuzaklar hakkında yazmaz elbette. Başka şeyler de var. Hayatın kendisi bir tuzaktır diyenler de çıkabilir. Yazmak bir tuzak olabilir. Kimi yazarlar geçmişte okurlarını memnun eden tarzda yazmayı sürdürürler. Sonra da tükenirler. Çoğu yazar yaratıcılığını bir süre sonra kaybeder. Övgülere kapılır. Yazar hakkında nihai kararı verecek yargıç kendidir. Eleştirmenlerin, editörlerin, yayıncıların, okurların rüzgârına kapılmışsa işi bit-
22
mistir. Ün ve servet rüzgârına kapılmışsa hiç düşünmeden sifonu çekebilirsiniz.
Her yeni dize bir başlangıçtır ve kendinden önce gelen dizelerden bağımsızdır. Her dize ile baştan başlarız. Ve o kadar da kutsal filan değildir. Dünya yazarların yokluğuna kanalizasyon yokluğundan çok daha kolay katlanır. Ve dünyanın bazı yerlerinde ikisinden de çok az var. Ben kanalizasyonsuz yaşamayı yeğlerim elbette, ama ben hastayım.
İnsanı yazmaktan alıkoyabilecek tek şey kendisidir. Yazma isteğini gerçekten duyan kişi mutlaka yazar. Reddedilme ve aşağılanma onu güçlendirir sadece. Ve engellenişi ne kadar uzun sürerse o kadar güçlenir, barajda yükselen su gibi. Yazmakla kaybedilecek hiçbir şey yoktur; uyurken parmaklarınızı güldürür; insanı kaplan gibi yürütür, gözlerini ateşleyip ölümle yüz yüze getirir. Bir savaşçı gibi ölür, cehenneme şeref konuğu olursunuz. Sözün kuman. Oyna, çevir çarkı. Karanlıktaki palyaço ol. Gülünçtür. Gülünçtür. Yeni bir dize daha.
26/09/91 23:36
Yeni kitaba başlık. Hipodromda otururken başlık düşündüm. İnsanın hiç düşünemediği bir yer size. İnsanın ruhunu ve beynini emiyor. Ve geceleri uyuyamıyorum bir süredir. Bir şey enerjimi tüketiyor.
Yalnız adamı gördüm bugün hipodromda. "N'aber Charles?" dedi. "İyilik," dedim. Sonra uzaklaştı. Arkadaş arıyor. Konuşmak istiyor. Âtlardan. Konuşulmaz atlardan. Atlar EN SON konuşulacak şeydir. Birkaç koşu sonra otomatik bahis makinesinin üstünden bana bakarken yakaladım. Zavallı adam. Dışarı çıkıp oturdum. Yanımdaki polis muhabbet açtı. Şimdilerde güvenlik görevlisi diyorlar. "Tabelanın yerini değiştiriyorlar," dedi. "Evet," dedim. Tabelayı sökmüş daha kuzeye taşıyorlardı. Birileri için iş demekti. İnsanların aç kalmadıklarını görmek beni sevindirir. Polisin benimle deli olup olmadığımı merak ettiği için konuştuğu fikrine kapıldım. Böyle bir şey yoktu muhtemelen. Bana öyle geldi ama. Fikirlerin üstüme atlamalarına izin veririm. Göbeğimi kaşıyıp hoş sohbet ihtiyar ayaklarına yattım. "Eski gölleri tekrar inşa edeceklermiş," dedim. "Ya?"
24
dedi. "Eskiden buranın adı Göller ve Çiçekler Hipodromu'ymuş." "Öyle mi?" dedi. "Evet," dedim, "güzellik yarışması tertipleyip Kaz Kraliçesi seçerlerdi. Sonra kraliçeyi bir kayığa bindirip kazların arasında kürek çektirirlerdi. Yenir yutulur tarafı yoktu." "Evet," dedi polis. Öylece durdu. Kalktım. "Ben gidip bir kahve alayım," dedim, "kendine dikkat et." "Olur," dedi, "rastgele." "Sana da, adamım," dedim. Ve topukladım.
Bir başlık. Bir tane bile gelmemişti aklıma. Hava serinlemişti. Yaşlı bir osuruk olarak gidip ceketimi almanın iyi olacağına karar verdim. Dördüncü kattan yürüyen merdivene bindim. Kim icat etti yürüyen merdiveni? Delilik diye buna derim. Yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde çıkıp inen insanlar, araba süren insanlar, garaj kapılarını uzaktan kumanda ile açan insanlar. Sonra yağlan eritmek için jimnastik salonlarına gidilir. 4.000 yıl sonra bacaklarımız olmayacak, ördeklere benzeyeceğiz. Bütün türler kendilerini yok ederler. Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o orospu çocuğu da açlıktan öldü.
Aşağı inip arabamdan ceketimi aldım, giydim ve yürüyen merdivenle tekrar yukarı çıktım. Daha bir playboy gibi hissettim kendimi, profesyonel gibi -mekanı terk edip dönmekten söz ediyorum. Gizli kaynağıma danışıp gelmişim gibi.
Bahislerimi oynadım, şansımın yaver gittiği söylenebilir. 13. koşuya gelindiğinde hava kararmıştı, çiseliyordu. On dakika erken oynayıp çıktım. Trafik temkinliydi. Yağmur Los Angeles şoförlerinin ödünü patlatır. Otobana girip kırmızı stop lambalarının peşine takıldım. Radyoyu açmadım, sessizliği yeğledim. Bir başlık geldi aklıma. Büyülenmemişler İçin İncil. Hayır, kötü. Çok tuttuğum bazı başlıklar geldi hatırıma. Başka yazarların. Tahtanın ve Taşın Önünde Saygı ile Eğil. Mükemmel başlık, berbat yazar. Yeraltından Mektuplar. Mükemmel başlık, mükemmel yazar. Bir de Yalnız Bir Avcıdır Yürek. Carson McCullers, hakkı en çok yenmiş yazarlardan. Kendi başlıklarımın içinde en çok beğendiğim, Canavarlarla Yaşayacak Denli Cesur Bir Adamın İtirafları. Teksir baskı ile içine ettim
25
ama o kitabın. Yazık.
Derken otoban tıkandı, öylece oturdum. Başlık yok. Kafam bomboş. Bir hafta deliksiz uyumak geldi içimden. Evden çıkarken çöpü çıkarmıştım allahtan. Yorgun hissediyordum kendimi. Çöp çıkarmayacaktım hiç olmazsa. Çöp bidonları. Bir gece bir çöp bidonunun üstünde sızmıştım. New York'da. Göbeğimde oturan bir sıçan uyandırmıştı beni. İkimiz de aynı anda üç metre havaya sıçramıştık. Yazar olmaya çabalıyordum. Hesapta olmuştum ama bir başlık bulamıyordum. Sahtekarın tekiydim. Trafik biraz kımıldadı, izledim. Kimse kimsenin kim olduğunu bilmiyordu, harikaydı. Anîden otobanın üstünde yıldırım çaktı ve o gün ilk kez iyi hissettim kendimi.
26
30/09/91 23:36
Birkaç gün boyunca havanda su dövdükten sonra bu sabah uyandım ve başlık hazırdı, uykuda gelmişti: Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi. İçerikle örtüşüyor. Nihai şiirler, hastalığa ve ölüme dair. Farklı şiirler de var aralarında tabii ki. Biraz da mizah hatta. Ama başlık kitaba ve zamana uyuyor. Başlığı buldun mu her şey yerli yerine oturur, şiirler saftaki yerlerini alırlar. Başlığı sevdim de ayrıca. Başlığı bu olan bir kitap görsem elime alıp birkaç sayfa okumaya çalışırım. Bazı başlıklar okurun ilgisini çeksin diye abartılıdır. İş görmez, yalan iş görmez.
Neyse, bu da bitti. Şimdi ne olacak? Romana ve şiirlere devam. Öyküye ne oldu? Terk etti öykü beni. Bir nedeni var ama ne olduğunu bilmiyorum. Üstüne gitsem bulabilirim ama yaran olmaz. O zamanı romana ve şiire ayırmayı yeğlerim. Ya da ayak tırnaklarımı kesmeye.
Adam gibi bir çıtçıtlı tırnak makası icat etmenin zamanı geldi bence. Yapılabileceğinden eminim. Mevcut tırnak makaslan son derece kullanışsız ve cesaret kırıcı. Alkoliğin tekinin çıtçıtlı ile içki
27
dükkanını soymaya kalktığını okumuştum bir yerde. Orda da işe yaramamış. Dostoyevski nasıl keserdi tırnaklarını acaba? Van Gogh? Beethoven? Kendileri mi keserlerdi? Sanmıyorum. Eskiden benimkileri Linda keserdi. Çok da başarılıydı. Zaman zaman etimden bir parça aldığı da olurdu gerçi. Yeterince acı çektim ben. Her tür.
Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Bencilim, kıçımı iskemleye yerleştirip şiir yazmaktan bıkamadım. Yazmak ateş yakıyor içimde, havada perendeler atıyorum yazarken. İyi de, nereye kadar? Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Hepimize lazım. Bana lazım. Size lazım. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz.
Kanımca en tuhaf olan, ölmüş birinin ayakkabılarına bakmaktır. Daha hüzün verici bir şey tasavvur edemiyorum. Kişilikleri ayakkabılarında kalmıştır sanki. Giysilerde, hayır. Ayakkabılar. Ya da şapka. Ya da eldiven. Yeni ölmüş birinin yatağına ayakkabılarını, şapkasını ve eldivenlerini koyup bir süre bakın, delirirsiniz. Yapmayın. Neyse, onlar artık sizin bilemeyeceğiniz bir şey biliyorlar. Belki.
Koşuların son günü bugün. Hollywood Park'dan, Fair Plex'deki koşulara oynadım. Ekrandan. On üç koşuya da oynadım. Şanslı gü-nümmüş. Yenilenmiş ve güçlenmiş olarak ayrıldım hipodromdan. Sıkılmadım bile bugün. Kaygısız ve çevremle temastaydım. Çok şeyin farkında oluyorsun öyle olunca. Dönüş yolunda direksiyonu fark ediyorsun mesela, kontrol panelini. Kahrolası bir uzay gemisinden farkı yok. Trafiğe girip çıkıyorsun. Fütursuzca değil ama, ustalıkla -mesafe ve hız hesapları. Aptalca işler. Bugün değil ama. Yükseksin ve yüksek kalmalısın. Ne tuhaf. Karşı konmamalı ama. Uzun sürmez nasıl olsa. Yarın boş gün. Atlar koşmuyor.
Harbor güney otobanında beni izleyen polisi bile fark ettim bugün. Tam zamanında. Hızımı 90'a düşürdüm. O da düşürdü hızını. 90'la izledi. Beni 110'la enselemesine ramak kalmıştı. Acuras plakalardan nefret ederler. Kaldım 90'da. Beş dakika. En az 130'la sol-layıp gitti sonunda. Güle güle, dostum. Herkes gibi ben de trafik cezası yemekten nefret ederim. Dikiz aynasını sık sık dikizlemekte
28
yarar var. Basittir. Ama er ya da geç ceza yemek kaçınılmazdır. Ve yediğinde içkili olmadığına, ya da uyuşturucu taşımadığına şükret. Değilsen ya da taşımıyorsan. Neyse, başlık bulundu.
Şimdi Macintosh'umun başındayım ve önümde harikulade bir uzam var. Radyo berbat çalıyor ama % 100'lük bir gün beklemek saflık olur. %51 'i yakalamışsan kârdasın. Bugün % 97'ydi.
Mailer'in CIA hakkında koca bir roman yazdığını duydum. Profesyonel bir yazardır Norman. Bir keresinde karıma, "Hank benim tarzımı sevmiyor galiba, değil mi?" diye sormuş. Bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir, Norman. Ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse. Yazarlar sadece kendi boklarını koklamaktan hoşlanırlar. Ben de onlardanım. Yazarlarla konuşmaktan, ya da onlara bakmaktan haz etmem. Hele dinlemekten hiç. En kötüsü onlarla içmektir, salyaları üstlerine akar, açması görünürler. Annelerinin kucağını arıyorlarmış gibi.
Ölümü düşünmeyi başka yazarları düşünmeye yeğlerim. Çok daha memnuniyet vericidir.
Radyoyu kapatıyorum. Besteciler de arada sırada çuvallamışlar. İlle biri ile konuşmam gerekse bir bilgisayar tamircisini ya da cenaze levazımatçısını yeğlerim. İçkili ya da içkisiz. Tercihen içkisiz.
29
02/10/91 23:03
Ölüm bekleyenlere de gelir, beklemeyenlere de. Dışarısı yanıyor, boğucu ve aptal bir gün. Postaneden çıktım ve arabam çalışmadı. Ben de iyi bir yurttaşım. Otomobil Kulübü'ne üyeyim. Bana bir telefon lazım öyleyse. Kırk yıl önce her köşede bir telefon bulunurdu. Telefon ve saat. Ne zaman başını kaldırsan bir yerde bir saat görürdün. Artık yok. Zamanı bile bedava öğrenemiyorsun. Umumi telefonlar da yok olmak üzere.
Sezgime güvendim. Postaneye girdim, alt kata indim ve bir köşede tek başına bir telefon duruyordu. Yapış yapış, siyah bir telefon. Dört kilometre karelik bir alanda bir tane daha yoktur. Telefonu kullanmayı biliyordum. Galiba. Danışma. Kadının sesini duydum ve rahat bir nefes aldım. Sakin ve sıkıcı bir sesti, hangi kente bağlanmak istediğimi sordu. Kenti ve Otomobil Kulübü'nün adını söyledim. (Bu küçük şeylerin nasıl yapıldığını bilmek ve sık sık yapmak durumundasın, yoksa ölmüşsün. Sokak ortasında yığılıp kalırsın ve kimse başını çevirip bakmaz bile.) Danışmadaki kadın bana bir numara verdi ama istediğim numara değildi. Büro numarasını vermiş-
30
ti. Bir şekilde garaja bağlandım sonunda. Maço bir ses, serin kanlı, yorgun ama savaşçı. Harika. Gerekli bilgiyi verdim. "Yarım saat," dedi.
Arabaya dönüp bir mektup açtım. Bir şiir çıktı içinden. Bana dair. Ve ona. Tanışmıştık, öyle anlaşılıyordu, îki kez, on beş yıl önce. Ayrıca dergisinde şiirlerimi basmıştı. Büyük şairdim ama içiyordum. Ve sefil bir hayat yaşamıştım. Ve şimdi genç şairler de içiyor ve sefil hayatlar yaşıyorlardı çünkü başarmanın yolunun burdan geçtiğini sanıyorlardı. Ayrıca şiirlerimde başkalarına saldırmıştım, o da vardı içlerinde. Şimdi de hakkımda saldırgan şiirler yazdığını düşünüyordum. Yanılıyordum. O iyi biriydi ve on beş yıldan beri dergisinde birçok şairin şiirlerini basmıştı. Ve ben iyi biri değildim. Büyük yazardım ama iyi insan değildim. Ve benimle, "takılmak" istemezdi. Böyle yazmıştı: "takılmak. "Ayrıca imlası bozuktu.
Sıcaktı arabanın içi, 40 derece. 1906'dan bu yana yaşanmış en sıcak l Ekim.
Mektubunu yanıtlamayacaktım. Yanıtlarsam bir daha yazacaktı.
Bir başka mektup. Yazar ajansından, ekte yeni bir yazarın kitabından bazı bölümler. Bir göz attım. Kötüydü tabii ki. "Değerli görüşünüzü öğrenmek bizi mutlu edecek..."
Onun önerisi ile kocasına birkaç dize ve bir karikatür yolladığım kadından teşekkür mektubu, adam çok mutlu olmuş. Ama boşanmışlar ve serbest gazetecilik yapıyormuş, gelirse onunla bir söyleşi yapar mıydım?
Haftada iki kez söyleşi önerisi alırım. Söyleyecek o kadar da fazla şey yok. Yazacak şey çok, ama söyleyecek şey az.
Bir keresinde, eski günlerde, söyleşi yapmaya gelen bir Alman anımsıyorum. Önüne şarapları koyup dört saat boyunca konuşmuştum. Sonra zom olmuş bir halde bana doğru eğilip, "gazeteci filan değilim, seninle konuşmak istemiştim sadece..." demişti.
Mektupları yan koltuğa fırlatıp bekledim. Sonra çekiciyi gördüm. Ağzı kulaklarında bir genç. Hoş çocuk. Elbette. "HEY-GÜZELİM! BURDAYIM!" diye bağırdım. Arkama park etti. İnip derdimi anlattım.
31
"Acura garajına çek beni," dedim.
"Araban garanti kapsamında mı?"
Bal gibi biliyordu olmadığını. Altımdaki araba 1989 modeldi ve 1991 yılındaydık.
"Önemi yok," dedim. "Acura da bir servise çek beni."
"Çok sürer tamiri. Bir haftadan önce vermezler."
"Yok canım. Hızlıdırlar."
"Bak," dedi oğlan, "bizim kendi servisimiz var. Oraya çekelim, akşama alırsın. Bir günde bitmezse biter bitmez seni ararız."
O anda arabamın servislerinde bir hafta yattığı geldi gözümün önüne. Şaftımın değişmesi gerekiyordu. Ya da silindir kapaklarının.
"Acura'ya çek beni."
"Bekle," dedi. "Patronla konuşmalıyım."
Bekledim. Döndü.
"Akünü şarj etmemi söyledi."
"Ne?"
"Akünü şarj edeceğiz."
"Pekala. Edelim."
Arabama binip çekicinin arkasına kaydırdım. Kabloları çıkartıp yerleştirdi, hemen çalıştı. Formu imzaladım ve gazladım.
Yolda arabayı köşedeki servise bırakmaya karar verdim.
"Sizi tanıyoruz. Yıllardır gelirsiniz," dedi müdür.
"İyi," dedim gülümseyerek. "Beni sikmezsiniz öyleyse."
Bakakaldı.
"45 dakikada hallederiz."
"Tamam."
"Sizi evinize bırakmamızı ister misiniz?"
"Elbette."
İşaret etti. "O götürür sizi."
Güzel çocuklardan biri. Arabasına bindik. Tarif ettim. Bayın tırmanmaya başladı.
"Hâlâ film yapıyor musunuz?"
Ünlüyüm diyorum size.
"Hayır," dedim. "Sikmişim Hollywood'u."
32
Aklı basmadı.
"Burası," dedim.
"Ev değil malikane," dedi.
"Ben burda çalışıyorum sadece," dedim.
Doğruydu.
İndim. İki dolar bahşiş verdim. İtiraz etti ama aldı.
Bahçeye girdim. Kediler etrafa serilmişlerdi, bitkindiler. Bir daha dünyaya gelirsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli.
Yukarı çıkıp bilgisayarın başına oturdum. Son avuntum. Güç ve üretim olarak ikiye katlandım. Sihirli bir alet. Çoğu insan televizyonun karşısına nasıl oturursa öyle oturuyorum başına.
"Yüceltilmiş bir daktilo sadece," dedi damadım bir keresinde.
Ama o bir yazar değil. Sözcüklerin boşluğu ısırması, ekranda birden çakmaları ne demektir bilemez. Zihnimizdeki düşüncelerin anında sözcüklere dönüşmesinin fikirleri çoğalttığını bilemez. Daktilo çamurda yürümektir. Bilgisayar buz pateni. Göz kamaştırıcı bir patlamadır. İçinizde bir şey yoksa bunların önemi yoktur elbette. Sonra o düzeltme olanakları, temizlik. Lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. İlkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için. Böylesi, zafere ve kurtuluşa tek koşu.
Bilgisayardan sonraki adım ne olacak acaba? Parmaklarını şakaklarına bastıracaksın ve sözcükler anında belirecek. Yola çıkmadan depoyu doldurmak gerekecek elbette, ama bunu yapabilecek birkaç talihli çıkacaktır mutlaka. Öyle umalım. Telefon çaldı.
"Akü bitmiş," dedi ses. "Yeni bir aküye ihtiyacınız var."
"Ya ödeyemezsem?"
"Yedek lastiğinizi rehin alırız."
"Geliyorum."
Tepeden inmeye başlamıştım ki yaşlı komşumun seslendiğini duydum. Bağırıyordu. Basamakları tırmandım. Altında pijama, üstünde gri renk eski bir kazak vardı. Yanına gidip elini sıktım.
33
"Kimsin sen?" diye sordu.
"Komşunuzum. On yıldır komşuyuz."
"96 yaşındayım," dedi.
"Biliyorum, Charlie."
"Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor."
"Haklı. Alırsın."
"Şeytan da korksun. Onu da işinden edebilirim."
"Hiç şüphem yok."
"Sen kaç yaşındasın?"
"71."
"71 mi?"
"Evet."
"71 de yaşlı."
"Biliyorum, Charlie."
El sıkıştık ve yorgun ağaçların ve evlerin önünden aşağı vurup bayırı indim.
Servise gidiyordum.
Kıçından vurulmuş bir gün daha.
34
03/10/91 23:56
Bugün hipodromlar arası bahis mevsiminin ikinci günü. Sıra Oak Tree Hipodromu'ndaydı. Sadece 7000 bahisçi. Çokları o uzun Arcadia yolculuğunu göze alamıyor. Kentin güneyinde oturanlar için Harbor Otobanı, Pasadena Otobanı, sonra da bir süre kent trafiği demek. Bu sıcakta çekilmez. Dönüşü de var. Ben ne zaman git-tiysem bitap döndüm.
Orta çapta bir antrenör aradı bugün. "Kimse gelmiyor. Bitti. Yeni bir meslek edinmeliyim. Elektrikli bir daktilo alıp yazarlığa başlamayı düşünüyorum. Seni yazarım..."
Tele-sekretere mesaj bırakmıştı. Arayıp bire altı veren tayı ikinci geldiği için kutladım. Canı sıkkındı ama.
"Antrenörler hapı yutmuş. Sonumuz geldi," dedi. Bakalım yarın kaç kişi gelecek. Cuma. 1000 fazla belki. Bu sadece bahis sistemi ile alakalı değil, ekonomi ile de alakalı. Hükümetin ve basının itiraf edemeyeceği kadar kötü ekonomi. Hâlâ ayakta kalmayı başaranlar belli etmemeye çalışıyorlar. Şu anda en iyi sektör uyuşturucu sektörüdür herhalde. Yahu, uyuşturucu sektörü bitti-
35
ği anda gençlerin yarısı işsiz kalır. Ben bir yazar olarak hâlâ su üstünde kalabiliyorum. Ama güven olmaz, bir gecede bitiverirsiniz. Olsun, emeklilik maaşım var: ayda 943 dolar. Yetmiş yaşına bastığımda bağlandı. Ama ona da güven olmaz. Emeklilik maaşları kesilmiş yaşlıların sokağa düştüğünü tasavvur edebiliyor musunuz? Göz ardı etmeyin. Milli borcumuz bizi dev bir ahtapot gibi yutabilir. İnsanlar mezarlıklarda uyumaya başlarlar. Bu çürümüşlüğün tepesinde zenginlerden oluşmuş bir krema tabakası var aynı zamanda. Şaşırtıcı değil mi? Bazı insanların o kadar çok paralan var ki, kaç paralan olduğunu bile bilmiyorlar. Milyon dolarlardan söz ediyorum. Hollywood'a bakın, 60 milyonluk filmler yapıyorlar, herbi-ri onları izlemeye giden zavallılar kadar zavallı. Zenginler hâlâ zirvede, sistemi sağmanın bir yolunu hep bulur onlar.
Hipodromların hıncahınç dolu oldukları günleri hatırlıyorum, omuz omuza, kıç kıça, ter içinde, bağıranlar, gişelere koşanlar. İyi zamanlardı. Şanslıysan barda bir hatun araklardın ve o gece dairende içki içer, kahkahalarla gülerdiniz. O günlerin (ve gecelerin) hiç bitmeyeceğini sanmıştık. Hem neden bitmek zorundalar? Otoparkta barbut. Yumruklaşmalar. Kabadayılık. İhtişam. Elektrik. Yahu, hayat güzeldi. Eğlenceliydi. Erkekler erkekti. Sıkıysa yan bak. Ve açıkça söylemek gerekirse, iyi bir duyguydu. Alkol ve yatak muhabbetleri. Ve barlar. Dolu barlar. Televizyon yok. Sarhoşluktan içeri alınırsan bir gece tutarlar, ayıltıp yollarlardı. İşlerden kovulur, yeni işler bulurdun. Bir yerde uzun takılmak hesapta yoktu. Ne günlerdi. Ne hayattı. Akıl almaz şeyler olurdu sürekli, ardından da daha akıl almaz şeyler.
Buharlaştı gitti her şey. Güneşli bir akşam üstünde bir numaralı hipodromda 7000 kişi. Bar boş. Elinde havlu ile bekleyen barmen sadece. Nerede bu insanlar. Her zamankinden çok insan var ama neredeler? Köşe başlarında dikiliyor, evlerinde oturuyorlar. Bush kolay bir savaş kazandığı için tekrar seçilebilir. Ama ekonominin içine etti. Bankanızın yarın açılacağından emin olamıyorsunuz. İç karartmak değil amacım. 1930'da herkes nerede durduğunu biliyordu hiç olmazsa. Şimdi aynalar evindeyiz. Kimse ekonominin neden
çökmediğini bilmiyor. Kimin için çalıştığını da. Çalışıyorlarsa.
Lanet olsun, konuyu değiştirmekte yarar var. Benden başka hâl ve gidişattan şikayet eden yok. Varsa bile kimsenin duyamayacağı bir yerdeler.
Ve ben oturmuş şiir yazıyorum, roman yazıyorum. Elimde değil. Başka bir şey yapamıyorum.
Altmış yaşıma dek yoksul yaşadım. Şimdi ne zenginim, ne de yoksul.
Hipodromda satıcıları, parkçıları, büro ve temizlik elemanlarını işten çıkarıyorlar. İkramiyeler azalacak. Hipodrom küçülecek. Cokey sayısı azalacak. Kahkahalar da. Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi de kendini yiyor. İki bine yaklaşıyoruz. Ben gitmiş olurum. Kitaplarım kalır yadigar. Hipodromda 7000 kişi. 7000. İnanamıyorum. Siera Madres'lar ağlıyor sisin içinde. Atlar artık koşmadıklarında gök tepemize inecek, dümdüz, geniş, masif. Yerle bir olacağız. Dokuzuncu ayağı Camgöz götürdü. Tek yazmıştım.
09/10/91 00:07
Bilgisayar kursu hayalara atılan tekmeden farksızdı. Santim santim alıp bütünü kavramaya çalışıyorsun. Sorun kitapların bir şey, bazı insanların ise başka bir şey söylemelerinden kaynaklanıyor. Terminoloji yavaş yavaş anlaşılır hale geliyor. Bilgisayar sadece yapar, bilgisayar bilmez. Kafasını karıştırırsanız size düşman kesilir. Yine de bilgisayar sapıtıp tuhaf şeyler yapabilir. Virüs kapar, kısa devre yapar, iflas eder, bombalar, vs. Nedense bu gece bilgisayardan ne kadar az söz edersek o kadar iyi diye hissediyorum.
Çok uzun zaman önce Paris'te benimle söyleşi yapan o deli Fransız ne yapıyordur acaba? Viskiyi bira içer gibi içen Fransız? Şişeler boşaldıkça daha da delirir, zekileşirdi. Ölmüştür herhalde. Ben de eskiden günde on beş saat içerdim, bira ve şarap daha çok. Benim de ölmüş olmam gerekirdi. Öleceğim. Hiç fena sayılmaz, ölümü düşünmek. Tuhaf ve karışık bir hayat yaşadım; büyük kısmı felaket, can sıkıntısı. Kendimi bokun içinden itip çıkarış şeklim farkı yarattı diye düşünüyorum. Geriye baktığımda başıma ne gelirse gelsin serinkanlılığımı ve mevcut klasımı korumayı başardığımı sanı-
38
yorum. FBI ajanlarının beni arabayla götürürken nasıl öfkelendiklerini anımsıyorum. "HEY-BU HERİF EPEY SERİNKANLI!" diye bağırmıştı içlerinden biri. Beni neden götürdüklerini ve nereye götürdüklerini sormamıştım. Umurumda değildi. Bu anlamsız hayattan bir dilim daha, diye hissediyordum. "BİR DAKİKA-" dedim onlara, "BEN KORKUYORUM!" Bu onları rahatlatmıştı. Uzaydan gelme yaratıklardan farksızdılar benim için. iletişim olanaksızdı. Tuhaftı ama. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bana tuhaf gelmemişti aslında, bildiğimiz anlamda tuhaftı. Yüzler ve eller görüyordum sadece. Bir konuda kesin bir karar vermişlerdi, gerisi onların bileceği işti. Adalet ya da mantık aramıyordum. Hiç aramadım. Sosyal içerikli yazmamamın nedeni bu belki de. Bu sistemden ne köy olur, ne de kasaba bana kalırsa. Olmayan bir şeyi geliştiremezsin. O polisler korku göstermemi istemişlerdi, buna alışıktılar. Bense sadece iğreniyordum.
14/10/91 00:47
İnsan hipodromda tuhaf tiplere rastlıyor elbette. Hemen hemen her gün gelen biri var. Bir tek kez olsun kazandığına şahit olmadım. Her koşudan sonra dehşete kapılır, kazanan ata verip veriştirir. "YAHU EŞEK BU!" diye bağırmaya başlar. O atın birinci gelmesinin neden olanaksız olduğunu anlatmaya girişir. Beş dakika. Söz konusu at genellikle 2'ye 5, ya da 1'e 3 veriyordun Bunlar boş atlar olsa olasılıkları yüksek olur. Ama arkadaşın aklı bir türlü basmıyor. Foto finişle kaybetmeye görsün. Kendinden geçer. "İNSAFINA TÜKÜREYİM! TANRIM BUNU BANA YAPAMAZSIN!" Hipodroma girişini neden yasaklamazlar bilmiyorum.
Bir keresinde başka birine sordum, "Baksana, bu herif geçimini nasıl sağlar?" Birkaç kez konuştuklarına şahit olmuştum.
"Borç alarak," dedi.
"Borç isteyebileceği adamlar bir süre sonra tükenmiyor mu?"
"Yenilerini buluyor. En çok kullandığı tezgah nedir biliyor mu-
sun?
"Ne?"
"Bankalar sabah kaçta açıyor?"
Hipodromda olmak istiyor herhalde, orda olmak sadece. Sürekli kaybetse bile orda olmak onun için bir şey ifade ediyor. Olunacak bir yer. Delice bir düş. Ama sıkıcı da. Sersemletici. Herkes başkalarının bilmediği bir şeyi bildiğini sanır. Yitik aptal egolar. Ben de onlardan biriyim. Benim için bir hobi olmaktan öteye gitmiyor. Sanırım. Umarım. Ama bir sihri var hipodromun; kısa bir film karesi, oynadığın atın atağa kalkıp potayı bulması. Gözünle görürsün her-şeyi, adrenalin yükselir. Hayat anlam kazanır birden. Ama koşular arasındaki bekleyiş çok yeknesaktır. Ortalıkta dikilip duran insanlar toz gibi kuru görünmeye başlarlar. Cepleri boşalmıştır. Herşeye rağmen, evde kalınca huzursuz hissediyorum kendimi; hasta, yararsız. Tuhaf. Geceler hep olması gerektiği gibiler. Geceleri yazıyorum. Ama gündüzleri bir şekilde def etmek zorundayım. Ben de hastayım aslında. Gerçekle yüzleşemiyorum. İyi de, gerçekle yüzleşmeyi kim ister?
Şu Philadelphia barında sabahın beşinden ertesi sabahın ikisine kadar kaldığım dönemimi hatırlattı bana. Olabileceğim tek yerdi sanki. Çoğu kez odama gidip döndüğümü bile anımsayamazdım. O bar taburesinden kıçımı kaldırmıyordum sanki. Gerçeklerden kaçıyordum, gerçekler hoşuma gitmiyordu.
Bu tip için de hipodrom öyle bir yer belki.
Pekala, siz bana yararlı bir meslek söyleyin. Avukat? Doktor? Onlar da boktur. Bok olmadıkları sanılır ama bokturlar. Sisteme kilitlenmişlerdir ve çıkamazlar. Ve hemen hemen herkes işini iyi yapmıyor. Önemsemiyorlar, güvenli bir kozanın içindeler.
Epey matraktı orası bugün. Hipodromdan söz ediyorum yine.
Cazgır ordaydı. Ama bir başka tip daha vardı, gözlerine bakınca sorunlu olduğunu hemen fark ediyordunuz. Öfke saçıyorlardı. Cazgırın yanında durmuş kehanetlerini dinliyordu. Cazgır bir sonraki koşu için bir tahminde bulundu. Cazgır'ın böyle bir yeteneği var, ikna olabilirsiniz. Öfkeli Gözler, Cazgır'ın tüyosuna göre oynuyordu anlaşılan.
Gün ilerledi. Heladan çıkarken gördüm ve duydum. Öfkeli Göz-
ler, Cazgır'ı sıçıp sıvıyordu. "Allah belanı versin! Kes sesini yoksa seni öldürürüm!" Cazgır adama sırtım döndü ve teessüf eder gibi, "Lütfen... Lütfen," diyerek uzaklaştı. Öfkeli Gözler peşini bırakmadı. "OROSPU ÇOCUĞU! ÖLDÜRECEĞİM SENİ!"
Güvenlik görevlileri Öfkeli Gözler'i sakinleştirip uzaklaştırdılar. Hipodromda cinayete göz yumulmuyordu anlaşılan.
Zavallı Cazgır. Günün geri kalanında sessizdi. Sonuna kadar kaldı ama. Kumar insanı çiğ çiğ yiyebilir elbette.
Bir keresinde sevgilim bana, "Açınılacak durumdasın, hem Anonim Alkolikler'e, hem de Anonim Kumarbazlar'a gidiyorsun," demişti. Yatak faaliyetlerini engellemedikleri sürece ikisine de itirazı yoktu aslında. Engelleyince nefret ediyordu ikisinden de.
İflah olmaz bir kumarbaz olan bir arkadaşım bir keresinde bana, "Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak," demişti.
Ben öyle değilim, yıllarca açlık çektim. Meteliksiz kalmak insana ancak gençlikte biraz romantik gelebilir.
Neyse, Cazgır ertesi gün yine hipodromdaydı. Aynı şey: her koşudan sonra sonucu bağıra çağıra protesto etti. Bir yandan da dahi olduğunu kabullenmek lazım, çünkü birinci gelecek atı hiçbir zaman bulamıyor. Düşünün bunu. Kolay değildir. Hiçbir şey bilmediğinizi var sayalım. Bir numara seçebilirsiniz, herhangi bir numara, 3 mesela. İki-üç gün boyunca sadece 3 numaraya oynayın mutlaka birinde atı bulursunuz. Ama Cazgır bugüne dek bir kez olsun bulamadı atı. Şaşılası bir adam. Atlar hakkında tonla şey biliyor; zamanlan, performansları, huyları, sınıfları, vs., ama yine de sadece kaybedenleri seçmeyi beceriyor. Düşünün bunu. Sonra da unutun, insanı delirtebilir.
275 dolar kaldırdım bugün. Geç yaşta başladım atlara oynamaya. Otuz beş yaşında. Otuz altı yıldır oynuyorum ve hesabıma göre 5.000 dolar içerdeyim. Tanrılar bana 8 ya da 9 yıl bahşederlerse geri alabilirim belki.
Amaç olarak fena sayılmaz, değil mi?
Hı?
15/10/91 00:55
Dermanım yok. İki gece kafayı çektim bu hafta. Eskiden toparlandığım kadar çabuk toparlanamadığımı itiraf etmeliyim. Yorgun olmanın iyi yanı, yazarken çılgınca ve bulanık beyanatlarda bulunmamak. Kötü bir şey olduğundan değil, alışkanlık haline gelmesin yeter ki. Yazmanın yapması gereken ilk şey kıçını kurtarmak olmalı. Bunu yapıyorsa kendiliğinden lezzetli ve eğlendirici olur zaten.
Tanıdığım bir yazar herkese telefon edip her gece beş saat daktilo tuşladığını söylüyor. Buna hayranlık duymamızı bekliyor herhalde. Bilmem söylemeye gerek var mı? Önemli olan ne tuşladığı. Telefonda geçirdiği zamanı da o beş saate dahil ediyor mu acaba?
Ben bir ile dört arasında yazabilirim, dördüncü saatte yazdıklarım genellikle işe yaramaz. Tanıdığım biri bir keresinde bana, "Sabaha kadar düzüştüm," demişti. Beş saat daktilo tuşlayan adam değil. Birbirlerini tanıyorlar ama. Değiş tokuş yapmalarında yarar olabilir. Beş saat boyunca daktilo tuşlayan sabaha kadar düzüşsün, sabaha kadar düzüşen beş saat boyunca daktilo tuşlasın. Ya da başka biri daktilo tuşlarken birbirlerini düzsünler. Daktilo tuşlayan ben ol-44
mayayım ama, lütfen. Kadına yaptırın. Varsa.
Hımmm... Bir tuhaf hissediyorum kendimi bu gece, biliyor musunuz? Maksim Gorki'yi düşünüp duruyorum. Neden acaba? Bilmiyorum. Maksim Gorki hiç yaşamadı gibi geliyor bana, nedense. Bazı yazarların yaşadıklarına inanabiliyorsun. Turgenev gibi, D.H.Lawrence gibi. Hemingway yarı yarıya bence. Ordaydı, ama yoktu da. Ama Gorki? Güçlü yazdı. Devrimden sonra solmaya başladı. Dır dır edecek fazla bir şey kalmamıştı. Savaş karşıtı eylemciler de böyle, başarılı olabilmek için savaşlara ihtiyaçları var. Savaş karşıtlığı yaparak gül gibi geçinenler var. Savaş olmadığı zaman ne yapacaklarım bilemiyorlar. Körfez Savaşı sırasında bir grup yazar ve şair devasa bir gösteri planlamışlardı mesela, şiirler ve söylevler hazırdı. Savaş birden bitti. Gösteri bir hafta sonraya planlanmıştı. İptal etmediler. Yaptılar gösterilerini. Çünkü sahnede olmak istiyorlardı. Buna ihtiyaç duyuyorlardı. Kızılderili yağmur dansına nasıl ihtiyaç duyarsa, öyle.
Şahsen savaşa karşıyım. Savaş karşıtı olmak popüler, ahlaki açıdan doğru ve aydınca bir tavır olmadan önce de karşıydım savaşa. Ama bu profesyonel eylemcilerin çoğunun cesaretlerinden ve samimiyetlerinden şüphe ederim. Gorki'den nereye geldik. Sal düşünceyi, aksın. Kimin umurunda?
Hipodromda kazançlı bir gün daha. Tasalanmayın, bütün parayı ben götürmüyorum. Genellikle 10 ya da 20, aklım iyice yatıyorsa 40 dolarlık ganyan oynarım.
Hipodrom da insanların kafasını karıştırıyor. Her koşudan önce televizyonda iki uzmana tahmin yaptırıyorlar. Ve her günün sonunda zarar gösteriyorlar. Bilgisayarlar bile, ne kadar veri yüklerseniz yükleyin, beygirlerin ne yapacağını önceden kestiremezler. Birisine size ne yapmanız gerektiğini söylemesi için para ödüyorsanız, kaybettiniz demektir. Bu psikiyatrınızı, psikologunuzu, borsacınızı, sanat tarihi öğretmeninizi ve vesairenizi de kapsar.
Bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şey daha yoktur. Ama çoğu insan korkularına yenilir. Başarısızlıktan o denli korkarlar ki başarısız olurlar. Fazlası ile koşullanmışlardır, birinin
45
onlara ne yapması gerektiğini söylemesine alışkındırlar. Aile ile başlar, okul ve iş hayatında sürer.
Bakar mısınız, hipodromda iki şanslı gün geçirdim ve birden her şeyi biliyorum.
Geceye açık bir pencere var burda, donuyorum. Ama kalkıp kapıyı kapatmıyorum çünkü söz dört nala koşuyor ve dizginlere asılamayacak kadar hoşnutum. Ama lanet olsun, kalkıp kapatacağım ve işeyeceğim.
Halloldu. İkisi de. Üstüme hırka bile giydim. Yaşlı yazar hırkasını giyer, bilgisayar ekranına bakar ve hayata dair yazmaya başlar. Daha kutsallaşabilinir mi? Ve allahaşkına, bir insanın ömründe ne kadar işediğini hiç merak ettiniz mi? Ne kadar yediğini, sıçtığını? Tonlarca. Korkunç. En iyisi ölüp gitmek, uzun kalırsak dışkılarımızla çevreyi kirletiriz. Striptizci kızların da allah belasını versin, onlar da dışkılıyorlar.
Yarın atlar koşmuyor. Perşembe boş gün.
Aşağı inip biraz karımla oturacağım. Aptal kutusuna bakarım biraz. Ya hipodromdayım ya da makinenin başında. Karım bundan şikayetçi değildir belki de. Değildir umarım. Gidiyorum. İyi biri sayılırım aslında, değil mi? Merdivenden aşağı. Tuhaf olmalı benimle yaşamak. Bana tuhaf.
İyi geceler.
20/10/91 00:18
Kendimi boş bir testi gibi hissettiğim gecelerden biri. Tahayyül edin. Kazınmış, huzursuz. Işıksız. İğrenme duygusundan bile yoksun.
İnsan kendini böyle hissettiğinde intiharı bile düşünemez. Fikri oluşmaz.
Kalk. Kaşın. Su iç.
Temmuz ayında bir sokak köpeğinden farkım yok, oysa aylardan ekim.
İyi bir yıl oldu yine de. Arkamdaki kitaplık yazılarımla dolu. Ocağın 18'inden bu yana yazılmış. Zincirlerini kırmış bir deliden farkım yok. Aklı başında hiçbir yazar bu kadar çok yazmaz. Hastalık.
Bu yıl ziyaretçileri püskürtmekte her zamankinden daha başarılı olduğum için de iyi bir yıl sayılır. Bir keresinde aldatıldım ama. Londra'dan bir adam yazdı, Soweto'da öğretmenlik yapıyormuş. Öğrencilerine Bukowski okuduğunda çoğu ilgi göstermiş kara derili Afrika'lı çocuklar. Hoşuma gitti. Davulun sesi bana da uzaktan 48
hoş gelir. Aynı adam daha sonra Guardian'da çalıştığını ve gelip benimle söyleşi yapmak istediğini yazdı. Telefon numaramı istiyordu. Ben de mektup yazıp telefon numaramı yolladım. Aradı. Efendi biri izlenimi uyandırdı telefonda. Gün ve saat belirledik. Belirlediğimiz günün gecesi kapıdaydı. Linda ile şarapları açtık, bardakları sehpanın üstüne koyduk ve başladık. Söyleşi fena gitmiyordu ama bir tuhaflık da seziyordum. Sorduğu soruya yanıt veriyordum, sonra soru ve yanıtımla ilgili kendi hayatından bir şeyler anlatmaya başlıyordu. Şişeler boşaldı ve söyleşi bitti. Bir şişe daha açıp içmeye devam ettik. Afrika'dan söz etmeye başladı. Aksanı giderek değişiyor, bayağılaşıyordu. Kendi de hızla aptallaşmaya başlamıştı. Gözlerimizin önünde değişim geçiriyordu. Derken cinsellik konusuna girdi ve bir türlü çıkamadı. Küçük zenci kızlardan hoşlanıyordu. Ona fazla zenci tanımadığımızı ama Linda'nın Meksikalı bir arkadaşı olduğunu söyledim. Buydu duymak istediği. Meksikalı kızlara nasıl bayıldığım anlatmaya başladı. Linda'mn arkadaşı ile mutlaka tanışmalıydı. Mutlaka. Düşünmemiz gerektiğini söyledik. Aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu. Kaliteli şarap içiyorduk ama adam ucuz viski içmiş gibi davranıyordu. Çok geçmeden herşey Meksikalı kıza indirgendi. "Meksikalı kız... Meksikalı kız... Nerde Meksikalı kız?" Tamamen çözülmüştü. İğrenç bir ayyaşdan farkı kalmamıştı. Görüşmenin bittiğini söyledim. Ertesi gün hipodroma gidecektim. Kapıya götürdük. "Meksikalı kız... Meksikalı kız..." diye söylendi.
"Söyleşinin bir kopyasını gönderirsin bize, değil mi?" diye sordum.
"Elbette, elbette," dedi. "Meksikalı kız..."
Kapıyı kapattık ve gitmişti.
Onu aklımızdan silip atmak için bir süre daha içmek zorunda kaldık.
Üstünden bir ay geçti. Hâlâ söyleşinin kopyasını bekliyorum. Guardian'la filan ilişiği yoktu adamın. Sahiden Londra'dan arayıp aramadığını da bilmiyorum. Long Beach'den aramıştı muhtemelen. İnsanlar evime girebilmek için söyleşiyi bahane ediyorlar. Söyleşi
49
için genellikle bir ücret talep edilmediğinden, herkes eline bir ses kayıt cihazı ve soru listesi alıp kapıyı çalabilir. Bir gece bir Alman çaldı kapıyı. Tirajı milyonları bulan bir Alman dergisi için çalıştığını söyledi. Saatlerce oturdu. Sorulan aptalcaydı ama iyi bir söyleşi olmasını istiyordum; açıldım. Üç saatlik kayıt yaptı. İçtik, içtik ve içtik. Başı önüne düşmeye başlamıştı. Adamı zom etmiştik ve içmeye devam ediyorduk. Keyfimiz yerindeydi. Adamın başı göğsüne inmişti. Ağzının köşelerinden salyalar akıyordu. Sarstım. "Hey! Hey! Uyan!" Kendine geldi ve bana baktı. "Sana bir şey söyleyeceğim," dedi. "Ben dergide filan çalışmıyorum. Seni görmek istedim sadece."
Bir zamanlar fotoğrafçılara da çok kerizlenirdim. İlişkilerinden söz edip işlerinden örnekler gönderirlerdi. Sonra filtreleri, flaşları, fonları ve asistanları ile çıkagelirlerdi. Bir daha haber alamazdın ama. Fotoğraf yollamazlardı demek istiyorum. Bir tane bile. "Hepsinden birer adet göndereceğim sana," demişti bir tanesi. "Biri sahici ebatlarda olacak." "Ne demek istiyorsun?" diye sormuştum. "İki metre uzunluğunda, seksen santim genişliğinde bir fotoğraf yollayacağım sana." Bu dediğim birkaç yıl önceydi.
Hep söylerim; yazarın işi yazmaktır. Bu sahtekar orospu çocukları beni kerizliyorlarsa suç bende. İşim yok artık onlarla. Elizabeth Taylor'a yaltaklansınlar.
22/10/91 16:46
Tehlikeli hayat. Sabah sekizde kalkıp kedileri besledim çünkü sekiz buçukta daha karmaşık bir güvenlik sistemi döşemek üzere Westec Güvenlik'ten biri gelecekti. (Bir zamanlar çöp bidonlarının üstünde uyuyan ben miydim?)
Westec Güvenlik'in adamı tam sekiz buçukta geldi. Evi gezdirip pencereleri ve kapılan gösterdim. Güzel, güzel. Hepsine elektronik ve optik alarm tesisatı döşeyeceğiz. Linda aşağı inip birkaç soru sordu. Benden daha iyidir bu işlerde.
Benim kafamda tek soru vardı: "Ne kadar sürer?"
"Üç gün," dedi adam.
"Aman allahım!" dedim. (Üç günün ikisinde hipodrom kapalı olacaktı.)
Bir süre ortalıkta dolandıktan sonra adama birazdan döneceğimizi söyleyip çıktık. Bir dostumuz evlilik yıldönümümüz için bize I.Magnin'in yüz dolarlık hediye çeklerinden vermişti. Ayrıca tahsil etmek istediğim bir telif çekim vardı. Önce bankaya. Çeki ciro ettim.
52
"İmzanız çok güzel," dedi kız.
Yan taraftaki kız gelip imzama baktı.
"İmzası sürekli değişir," dedi Linda.
"Sürekli kitap imzalamak zorunda kalıyorum," dedim.
"O bir yazar," dedi Linda.
"Öyle mi? Hangi türde yazıyorsunuz?" diye sordu kızlardan bi-
ri.
"Anlat," dedim Linda'ya.
"Şiir, öykü ve roman türünde yazar," dedi Linda.
"Bir de senaryo," dedim, "Barsineği."
"Ooo," dedi kızlardan biri gülümseyerek, "Gördüm,"
"Beğendiniz mi?"
"Evet," diye gülümsedi.
"Teşekkür ederim," dedim.
Sonra dönüp bankadan çıktık.
Gördünüz mü? Ünlüydük. Arabamıza binip alış veriş merkezine gittik.
I.Magnin'e yalan bir yerde bk şeyler yemeye karar verdik.
Boş masalardan birine oturup jambonlu sandöviç, elma suyu ve kapuçino söyledik. Masamızdan alış veriş merkezinin büyük bir bölümünü görebiliyorduk. Bomboştu. Ekonomi çok kötüydü. Biz yüz dolar harcamak üzereydik. Ekonomiye katkıda bulunacaktık.
Benden başka erkek yoktu orada. Sadece kadınlar oturuyordu masalarda, yalnız ya da ikili. Erkekler başka yerlerdeydi. Şikayetçi değildim. Kadınların arasında emniyetteydim. Dinleniyordum. Yaralarım iyileşiyordu. Biraz gölgede kalmaktan bir şey çıkmaz. Yoruldum kayalardan atlayıp durmaktan. Soluklandıktan sonra tekrar atlardım belki. Belki.
Yemeğimizi yedikten sonra I.Magnen'e girdik.
Gömleğe ihtiyacım vardı. Gömleklere baktım. Bir tane bile bulamadım. Geri zekalılar taraf
Tarih: 2020-06-02 21:17:30 Kategori: Edebiyat
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi - Charles Bukowski Nedir
Charles Bukowski
28/08/1991 23:28
Hipodromda iyi bir gün. Tahminlerimin tümü tuttu neredeyse.
Yine de sıkıcı olabiliyor orası, kazanınca bile. İki koşu arasındaki otuz dakikalık bekleyişler yüzünden; hayatın hiçliğe akıp gidiyor. İnsanlar kasvetli görünüyorlar orda, çiğnenmiş. Ben de aralarında-yım. İyi de nereye gideyim? Müzeye mi? Bütün gün evde oturup yazarcılık oynamayı bir düşünün. Küçük bir eşarp bağlayabilirim boynuma. Arada sırada ziyaretime gelen hayli düşmüş bir şairi anımsıyorum. Gömleğinin düğmeleri kopuk, pantolonunda kusmuk, saçı yüzünde, bağcıkları çözük, ama boynunda her zaman tertemiz uzun bir eşarp. Şairliğinin simgesiydi o eşarp. Şiirleri mi? Hiç girmeyelim...
Eve döndüm, havuzda yüzdükten sonra jakuziye girdim. Ruhum tehlikede. Hep oldu.
Linda ile kanepede oturmuştuk, iyi ve karanlık gece inmek üzereydi ki kapı çalındı. Linda gidip kapıyı açtı.
"Buraya gelsen iyi olacak Hank..."
Kapıya gittim. Üstümde rob, yalın ayak. Sarışın bir delikanlı, iri-
5
ce bir genç kız ve ortalama ölçülerde bir kız daha.
"Evime insan kabul etmem," dedim onlara.
"imzanızı istiyoruz sadece," dedi sarışın genç, "Bir daha gelmeyeceğimize söz veriyorum."
Sonra elleri ile başını tutarak kıkırdamaya başladı. Kızlar bakıyorlardı sadece.
"Ama ne kağıdınız var, ne de kaleminiz," dedim.
"Şey," dedi genç ellerini başından çekerek, "başka zaman kitaplarınızdan biri ile geliriz. Daha uygun bir zamanda..."
Rob. Yalın ayak. Oğlan beni eksantrik bulmuş olmalıydı. Öyleydim belki de.
"Sabah gelmeyin," dedim.
Dönüp gittiler ve kapıyı kapattım.
Şimdi yukarda oturmuş onlar hakkında yazıyorum. Sert davranmak zorundayım, yoksa acımasızdırlar. Kapımı kapalı tutabilmek için korkunç şeyler yaşadım birkaç kez. Çoğu onları içeri davet edeceğimi ve sabaha dek içeceğimizi sanır. Yalnız içmeyi yeğlerim. Yazarın borcu yazarlığınadır sadece. Okuyucuya karşı sorumluluğu yazılarını bastırıp sunmaktan öteye geçmez. Üstelik kapımı çalanların çoğu okurum değiller, benim hakkımda bir şeyler duymuşlarda". En iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.
29/08/91
22:55
Bugün hipodromda zaman geçmek bilmedi, lanet hayatım bir çengelin ucundan sarkıyordu sanki. Personel dışında her gün orda olan başka birini tanımıyorum. Bir tür hastalık olsa gerek. Saroyan bütün parasını at yarışlarında kaybetti. Fante pokerde, Dostoyevski rulette. Ve son meteliğinle oynamıyorsan para değildir asıl mesele. Kumarbaz bir arkadaşım bir keresinde bana, "Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak," demişti. Ben paraya arkadaşımdan daha çok saygı duyarım. Ömrümün büyük kısmı yoksulluk içinde geçti. Bir park bankının, ev sahibesinin kira istemek için kapıyı çalmasının ne olduğunu bilirim. Para ancak iki şekilde sorun teşkil eder: çok fazla ya da çok azsa.
Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. Hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. Bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. Sonuçta kimse kazanmaz. Geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi
7
bir an için kaçırmak. Allah kahretsin, amaçsızlık üstüne düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. Bu da beni uyandırıp Sartre havasından çıkardı. Mizah gerek bize, kahkaha gerek. Eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. Yazmak hariç. Artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum. Yaşlandıkça daha çok yazıyor, ölümle dans ediyorum, iyi bir gösteri. İyi de yazdığımı düşünüyorum. Bir gün, "Bukowski ölmüş," diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. Ne fayda? Ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır. Hipodromun işlevini anlayabiliyor musunuz? Dizelerin yuvarlanmalarını sağlar. Talih kuşu. Bülbülün son ötüşü. Ağzımdan çıkan her söz mükemmeldir çünkü yazarken kumar oynarım. Çok fazla yazar çok dikkatli yazıyor. Çalışıyorlar, öğretiyorlar ve başarısız oluyorlar. Alışıla gelmiş kalıplar ateşlerini söndürüyor.
Burada, ikinci katta Macintosh'umla mutluyum şimdi. Dostumla.
Ve radyoda Mahler çalıyor; kolaylıkla süzülen, büyük risklere giren bir müzik. Risk gereklidir bazen. Şimdi de o güçlü uzun dalgaları gönderiyor. Sağol Mahler; senden ödünç alıyorum ve borcumu asla ödeyemeyeceğim.
Çok fazla sigara içiyorum, çok fazla içki içiyorum, ama çok fazla yazmam mümkün değil. Durmadan geliyor ve doyamıyorum ve her şey Mahler'e karışıyor. Bazen durdururum kendimi. Dur bir dakika derim, git yat ya da dokuz kedini seyret ya da karınla otur biraz. Ya hipodromdasın ya da Macintosh'un başında. Ve dururum, frene basıp park ederim. Kitaplarımın devam etmelerine yardımcı olduklarını söyleyen mektuplar alırım bazen. Benim de devam etmeme yardımcı oldular. Yazmak, atlar ve dokuz kedi.
Bu odanın küçük bir balkonu var, şu anda kapısı açık ve Harbor Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.
Devam et Mahler! Harikulade kıldın geceyi. Durma, orospu çocuğu! Durma!
8
11/09/91 01:20
Ayak tırnaklarımı kesmeliyim. Birkaç haftadır ayaklarım ağrıyor. Nedeni tırnaklar, ama yine de kesecek zamanı bulamıyorum. Her dakika için savaşıyor, hiçbir şeye vakit bulamıyorum. Hipodromdan uzak durabilsem vakit bulacağım elbette. Ama ömrümü kendime ayırabileceğim bir saat için savaşarak geçirdim. Kendimle başbaşa kalmamı engelleyen bir şeyler vardı hep.
Bu gece ayak tırnaklarımı kesmek için büyük gayret göstermeliyim. Biliyorum; kanserden ölenler, sokaklarda yatanlar var ve ben burada oturmuş ayak tırnaklarımı kesmekten söz ediyorum. Olsun, yılda 162 beysbol maçı izleyen bir denyodan daha yakınım gerçekliğe muhtemelen. Cehennemimi yaşadım ben ve hâlâ yaşıyorum. Kendimi üstün hissetmiyorum. Yetmiş bir yaşında hâlâ hayatta olup ayak tırnaklarımı kesmekten şikayet edebilmem mucizenin ta kendisi bana kalırsa.
Filozofları okuyorum son günlerde. Gerçekten tuhaf, deli matrak, kumarbaz adamlar bunlar. Descartes çıkıp herkesin zırvaladığını, mutlak ve aşikar gerçekliğin tek modelinin matematik olduğunu
söylüyor. Mekanizm. Derken Hume nedensel bilginin geçerliliğini sorguluyor. Sonra Kierkegard, "Parmağımı varoluşa daldınyorum-kokusu yok. Nerdeyim?" diye soruyor. Derken Sartre ve varoluşun anlamsız olduğu iddiası. Seviyorum bu adamları. Dünyayı sallıyorlar. Bu düşünceler başlarını ağrıtmadı mı? Ani bir kasvet kükreme-si çıkmadı mı dişlerinin arasından? Böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor, bağırsaklarım düğümleniyor. Bu gece de ayak tırnaklarımı kesmeyeceğim galiba. Deli değilim ama aklımın başımda olduğu da söylenemez. Hayır, deliyim belki. Neyse, gün ışıyıp saat ikiye geldiğinde Del Mar hipodromunda mevsimin son koşusu koşulacak. Bu mevsim her gün oynadım, her koşuda. Gidip uyuyacağım sanırım. Jilet gibi tırnaklarım güzelim çarşafı yırtacak. İyi geceler.
10
12/09/91 11:19
Bugün atlar koşmuyor. Tuhaf bir normallik duygusu içindeyim. Hemingway'in boğa güreşlerine neden ihtiyaç duyduğunu biliyorum; resmi çerçeveliyordu onun için; gerçeğin nerede olduğunu ve ne olduğunu hatırlıyordu. Elektrik faturası, yağ değiştirme filan derken unuturuz bazen. Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: "Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım."
Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da ya-şanamayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstlerine, sıçıyorlar. Geri zekalılar. Tek düşündükleri düzüş-mek, sinema, para ve düzüşmek. Hiç düşünmeden yutuverirler Tan-rı'yı, hiç düşünmeden yutuverirler Vatan'ı. Çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirir, başkalarının onlar için düşünmelerine izin verirler. Pamuk beyinliler. Görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çir-
11
kin, yürüyüşleri çirkin. Yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın onlara, duymazlar. Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye.
Görüyor musunuz, atlara ihtiyacım var, yoksa mizahımı yitiriyo-rum. Ölümün tahammül edemediği bir şey varsa yüzüne gülünme-sidir. Gerçek kahkaha bire yirmi veren atı bulmaktır. Gerçek bir kahkaha atmayalı üç-dört hafta oldu. Beni çiğ çiğ yiyen bir şey var içimde. Kaşınıyor, geriniyor, etrafıma bakmıyor, ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Ama bu Avcı zeki. Göstermiyor kendini.
Bilgisayar tamire gitmeli. Ayrıntılarla başınızı ağrıtmayacağım. Bir gün bilgisayarlar hakkında bilgisayarlardan daha çok bilgi sahibi olacağım. Ama şimdilik makine beni taşaklarımdan kavramış durumda.
Bilgisayara şiddetle karşı iki editör var. Onlardan birer mektup aldım, bilgisayara verip veriştiriyorlar. Mektupların yansıttığı nefret beni şaşırttı. Ve çocuksuluk. Bilgisayarın benim yerime yazamayacağını biliyorum. Yazabilseydi istemezdim. İki mektubun sahibi de konuyu fazla uzatmış. Ana fikir bilgisayarın yazarın ruhuna iyi gelmediği. İnsan ruhuna iyi gelen o kadar az şey var ki. Ben rahatlıktan yanayım. Üretkenliğimi ikiye katlayabiliyor ve yazının niteliği değişmiyorsa bilgisayarda yazmayı yeğlerim. Yazmak uçmaktır benim için. Ateşler yakmaktır. Yazmak, ölümü sol cebimden çıkarıp duvara atıp tutmaktır.
Bu herifler sürekli çarmıhta istiyorlar insanı, kanamıyorsan ruhun yok. Yarı kaçık istiyorlar seni, salyaların gömleğine akmış. Yeterince kaldım çarmıhta ben, depom dolu. Çarmıhtan uzak kalmayı başarabilirsem ömrümün sonuna kadar yeter. Artar bile. Biraz da onlar çıksınlar çarmıha, kutlayacağım. Ama yazıyı yaratan acı değildir, yazardır.
Neyse, bilgisayarın tamire gitmesi gerekiyor ve bu iki editör yazılarımın daktiloda yazıldığını görünce içlerinden, "Bukowski ruhuna kavuşmuş, bu metinler çok daha iyi okunuyor," diye geçirecekler.
İyi de, editörlerimiz olmasa ne yapardık? Hatta, biz olmasak editörlerimiz ne yapardı.
12
13/09/91
17:28
Hipodrom kapalı. Atlar bugün Pomona'da koşuyorlar ve burdan oynama olanağı yok. Bu sıcakta Pomona'ya sürersem Allah belamı versin. Sonunda Los Alamitos gece yarışlarına yazılacağım galiba. Bilgisayar bir kez daha tamirden döndü, ama artık imlamı düzeltmiyor. Eski haline getirmek için hayli çabaladım. Muhtemelen tamirciyi arayıp, "Ne yapmam gerekiyor?" diye soracağım ve o da bana, "main diskten hard diske aktar," gibi bir şey söyleyecek. Ve söylediğini yaparken her şeyi sileceğim. Daktilo arkamda oturmuş, "Ben hâlâ buradayım," der gibi.
Olmak istediğim tek yerin bu oda olduğu geceler var. Yine de yukarı çıkınca boş hissedebiliyorum kendimi. İçip sarhoş olsam ekranda sözcükleri dans ettireceğimi biliyorum ama yarın öğleden sonra havaalanına gidip Linda'nın kız kardeşini karşılamam gerek. Bizi ziyarete geliyor. Adını Robin'den Jharra'ya değiştirdi. Kadınlar yaşlanınca adlarını değiştiriyorlar. Değiştiren çok, demek istiyorum. Erkeklerin ad değiştirdiğini bir düşünün? Birini arıyorum ve aramızda şöyle bir konuşma geçiyor mesela:
13
"Hey Mike, Menekşe ben."
"Kim?"
"Menekşe. Eskiden Charles'dım ama artık Menekşe'yim. Bundan böyle Charles diye seslenenlere cevap vermeyeceğim."
"Siktir git, Menekşe."
Mike telefonu yüzüme kapar.
Tuhaf şey yaşlanmak. Kendine sürekli, ben yaşlıyım, ben yaşlıyım, demen gerekiyor. Gerçi yürüyen merdivenden inerken kendini aynada görürsün ama doğrudan bir bakış değildir bu, temkinli bir gülümseme ile yanlamasına bir göz atıştır sadece. Çok da kötü görünmezsin, tozlu bir mum gibi. Elden ne gelir? Tanrıların canı cehenneme, oyunun canı cehenneme. Otuz beş yıl önce ölmüş olmam gerekirdi. Hesapta olmayan görüntüler bunlar, korku gösterisine fazladan bir bakış. Yazar yaşlandıkça daha iyi yazabilmeli. Daha çok görmüş, daha çok katlanmış, daha çok yitirmiştir ve ölüme daha yakındır. Özellikle sonuncusu büyük avantajdır. Ve yeni bir sayfanın heyecanı hep vardır, boş ve beyaz sayfanın heyecanı. Kumar sürer. Ve babaların laflarını anımsarsın hep. Jeffers: "Öfke duy güneşe." Hepsi birbirinden güzel. Sartre mesela: "Cehennem ötekilerdir." Hedefi gözünden vurmak diye buna derim. Ben hiç yalnız hissetmem kendimi. En iyisi yalnız olup tamamen yalnız olmamaktır.
Sağımdaki radyo bana iyi klasik müzik getirmek için elinden geleni yapıyor. Her gece üç-dört saat radyo dinlerken ya yazar, ya da hiçbir şey yapmadan otururum. İlacım bu benim, günün pisüğini alır üstümden. Klasik bestecilerin böyle bir etkisi var üstümde. Şairlerin, romancıların, öykücülerin yok. Kalpazanlar çetesi. Sahtekar barındırmaya elverişli bir yanı var yazmanın. Nedir? Katlanılması en güç insanlar yazarlardır, hem yazılarında hem de şahsen. Şahsen daha da katlanılmazdırlar, bu da hayli katlanılmaz demektir. Ve biz yazarlar birbirimizden şikayet etmeye bayılırız. Baksanıza bana.
Yazarlığa dönersek; elli yıl önce nasıl yazdıysam bugün de aşağı yukarı öyle yazıyorum. Kiramı yazarak ödeyebilmem için neden elli bir yaşına gelmem gerekti? Yani, haklıysam, üslubum değişme-diyse, neden bu kadar sürdü? Dünyanın bana yetişmesini mi bekle-
14
mem gerekmişti? Ve yetiştiyse ben şimdi nerdeyim? Boktan bir yerde olduğum kesin. Şöhretin beni şımarttığını sanmıyorum. Şöhretten şımarmış biri bunun farkında olabilir mi? Kendimden memnun olmaktan çok uzağım ama. Denetleyemediğim bir şey var içimde. Arabamla bir köprüden geçiyorsam aklımdan mutlaka intihar geçer. İntihan düşünmeksizin bir göle ya da okyanusa bakamam. Çok durmam üstünde. İNTİHAR. Aniden yanan bir ışık gibi. Karanlıkta. Çıkış yolu olduğunu bilmek içerde kalmayı kolaylaştırır. Anlıyor musunuz? Yoksa sonu deliliktir. O da hiç hoş değildir dostlarım. Ve ne zaman iyi bir şiir yazsam koltuk değneğidir benim için. Başkalarını bilmem ama, ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde içimden, "ey büyük Allahım, yine mi?" diye geçiririm. Hayat düzmüş beni bir kere, geçinemiyoruz. Hayattan küçük lokmalar almak zorundayım, bütün atamıyorum ağzıma. Kovalar dolusu bok yemek gibi. Akıl hastanelerinin, hapishanelerin, sokakların dolu olması beni şaşırtmıyor. Kedilerimi seyretmek iyi gelir bana, içimi serinletir. Onların yanında kendimi iyi hissederim. İnsan dolu bir odaya sokmayın beni yeter ki. Sakın. Özellikle tatil günlerinde. Yapmayın.
İlk karımın Hindistan'da ölü bulunduğunu ve ailesinin cesetine sahip çıkmadığını öğrendim. Zavallı kız. Boynu sakattı. Döndüre-miyordu. Bunun dışında harikuladeydi. Beni boşadı ve boşamakta haklıydı. Onu kurtarabilecek kadar müşfik ve cesur değildim.
16
21/09/91
21:27
Bir film galasına gittim dün gece. Kırmızı halı. Patlayan flaşlar. Film sonrası parti. İki parti. Konuşulanları pek duyamadım. Çok kalabalıktı. Çok sıcak. Birinci partide yusyuvarlak gözlü, gözlerini hiç kırpmayan bir genç beni barda kıstırdı. Ne aldığını bilmiyorum ama kafası iyiydi. Ya da kötü. Onun gibi çok insan vardı etrafta. Genç adamın yanında oldukça hoş üç hatun vardı ve bana hatunların çük emmeye ne kadar meraklı olduklarını anlatıp duruyordu. Hatunlar gülümseyip, "Evet, evet!" diyerek onayladılar. Muhabbet bundan ibaretti. Çük emmeyi ne severler, ne severler... Benimle kafa bulup bulmadıklarım anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra usandım ama. Adam aynı şeyleri söylüyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıp duruyordu. Sonunda gömleğinin yakasına yapışıp sert bir hareketle kendime çektim, orda tuttum ve "Bak koçum, bu kadar insanın önünde yetmiş bir yaşında birinden dayak yemek hiç yakışık almaz, değil mi?" diye sordum. Sonra bıraktım yakasını. Barın öbür ucuna doğru yürüdü. Hatunlar da peşinden gittiler. Bir şey anladıysam arap olayım.
17
Küçük odalarda oturup sözcüklerle oynamaya fazla alışmışım anlaşılan. İnsanların arasında yeterince bulunuyorum zaten. Hipodromlarda, süper marketlerde, benzin istasyonlarında, otoyollarda, kafelerde. Bundan kaçış yok. Ama partilere gittiğimde kendimi tek-meleyesim gelir, içki ücretsiz olsa bile. Bana göre değil. Yeterince hamur var elimde. İnsanlar içimi boşaltır. Depomu doldurabilmek için onlardan uzak durmalıyım. Ağzımda beedi ile bilgisayarın başına oturmuş, ekranda çakan sözcükleri izleyen halimle kendimim bana en iyi gelen. İnsan ender ya da ilginç biri ile çok seyrek karşılaşıyor. Bu sinir bozucu olmakla kalmıyor, sürekli yaşanan siktirici bir şok da. Allahın cezası huysuz biri yapıyor beni. Herkes lanet bir mendebur olabilir ve öyledir de. İmdat!
Bu gece iyi bir uyku çekersem bir şeyim kalmaz. Ama uyumadan önce okuyabileceğim bir şey asla yok. İyi edebiyatın temel taşlarını okuduktan sonra geriye pek bir şey kalmıyor. Kendimiz yazmalıyız. Elektrik yok havada. Ama yine de yarın sabah uyanmayı umuyorum. Uyanmasam da eyvallah. Ne araba lastiğine, ne traş bıçağına, ne Yanş Bülteni'ne, ne de tele-sekretere ihtiyacım olacak. Telefon genellikle karım için çalar zaten. Çanlar benim için Çalmıyor.
Uyku, uyku. Yüzü koyun uyurum. Eski bir alışkanlık. Çok fazla kaçık kadınla birlikte oldum. Takınılan sağlama almak gerek. O hergelenin bana karşılık vermemesi kötü oldu. İçimden birini pataklamak geliyordu oysa. Moralimi fevkalade düzeltebilirdi. Yazık. İyi geceler.
25/09/91 00:28
Sıcak, aptal bir gece. Kediler perişan, kürklerine hapsolmuş bana bakıyorlar ve elimden bir şey gelmiyor. Linda birkaç yere uğramak üzere çıktı. Bir şeyler yapmaya, insanlarla konuşmaya ihtiyacı var. Şikayetçi değilim ama içki içmeye meyilli ve araba kullanıyor. Ben insanlara iyi eşlik edemem, konuşmak abes gelir bana. Fikir teatisinde bulunmak istemiyorum -ruh teatisinde de. Bir kaya parçasıyım. Kaya parçası olarak kalmak istiyorum, başından beri böyleydim. Babama karşı geldim, okula karşı geldim, yurttaş olmaya direndim. Beni böyle yapan her ne idi ise başından beri vardı sanki. Kimsenin o şeyi kurcalamasından haz etmedim. Hâlâ da etmem.
Günlük tutmayı dangalakça bulurum. Ben bunu sadece biri önerdiği için yapıyorum. Anlayacağınız dangalağın bile ancak müsveddesi olabiliyorum. Ama günlük tutmanın bir kolaylık sağladığını da kabul etmek gerek. Bırakıyorum yuvarlansın. Tepeden aşağı yuvarlanan sıcak bir bok parçası gibi.
Hipodrom konusunda ne yapacağımı bilmiyorum. Külleniyor giderek benim için. Bugün Holywood Park'tan Fairplex Park'da
20
koşulan 13 koşuya oynadım. Yedinci koşunun sonunda 72 dolar kazançlıydım. Ne fayda? Kaşlarımdaki beyaz kılları azaltır mı? Beni bir opera sanatçısı yapar mı? Ne istiyorum? Zor bir oyunu önde bitiriyorum, hem de devletin yüzde on sekizlik kesintisine rağmen. Üstelik bunu sık yapıyorum. Öyleyse çok da zor olmasa gerek. Daha ne istiyorum? Bir Tanrı olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Umurumda bile değil. Bu yüzde on sekizlik kesinti de neyin nesi?
Başımı çeviriyorum ve her zaman konuşurken gördüğüm adamı konuşurken görüyorum. Her gün aynı yerde durup birilerine bir şeyler anlatıyor. Yarış Bülteni'ni elinde tutup atlardan söz ediyor. Ne kadar kasvet verici. Ne işim var burda?
Çıkıyorum. Asansöre binip otoparka iniyor, arabama biniyor ve gazlıyorum. Saat sadece öğleden sonra dört. Ne güzel. Arabamı sürüyorum. Başkaları da arabalarını sürüyorlar. Bir yaprağı tırmanan sümüklü böceklerden farkımız yok.
Evimin garajına giriyor, park edip arabadan iniyorum. Lin-da'dan tele-sekretere kaydedilmiş bir mesaj var. Postaya bakıyorum. Gaz faturası. Bir de içinde şiirler olan bir zarf. Aybaşılarından, memelerinden ve göğüslerinden ve düzülmekten söz eden kadınlar. Son derece sıkıcı. Çöpe atıyorum.
Sonra soyunup havuza giriyorum. Su buz gibi. Nefis ama. Havuzun derin ucuna doğru yürüyorum, suyun seviyesi her adımda yükselip beni serinletiyor. Sonra dalıyorum. Dinlendirici. Dünya nerde olduğumu bilmiyor. Su üstüne çıkıp havuzun öbür ucuna yüzüyor, havuzun kenarına oturuyorum. 9. ya da 10. ayak koşuluyor olsa gerek. Atlar hâlâ koşuyor. Aptal beyazlığımın ve yaşımın farkında, suya dalıyorum yine. Olsun, iyi yine de. Kırk yıl önce ölmüş olabilirdim. Su üstüne çıkıyorum, havuzun öbür ucuna yüzüp havuzdan çıkıyorum.
Çok zaman geçti üstünden. Şimdi odamda, Macintosh'umun başındayım. Bugünlük bu kadar. Uyuyacağım sanırım. Yarın hipodromdayım, dinlenmem gerek.
21
26/09/91 00:16
Bugün yeni kitabın ilk provası geldi. Şiir. Martin 350 sayfa civarında olacağını söylüyor. Şiirleri sağlam buluyorum. Buharını salarak raylarda ilerleyen yaşlı bir şimendiferim ben.
Okumak iki saatimi aldı. Hayli deneyimliyim bu işte. Dizeler akıcı ve söylemelerini istediklerimi söylüyorlar. Etkisinde olduğum yazar kendimim artık.
Yaşarken hepimiz farklı tuzaklara yakalanırız. Kimse kaçamaz o tuzaklardan. Bütün hayatını bir tuzakta yaşayanlar bile vardır. Önemli olan tuzağın tuzak olduğunu fark etmektir. Fark edemiyor-san, bitmişsin. Ben tuzaklarımın çoğunu fark ettiğime inanıyorum. Ve yazdım onlar hakkında. İnsan sadece tuzaklar hakkında yazmaz elbette. Başka şeyler de var. Hayatın kendisi bir tuzaktır diyenler de çıkabilir. Yazmak bir tuzak olabilir. Kimi yazarlar geçmişte okurlarını memnun eden tarzda yazmayı sürdürürler. Sonra da tükenirler. Çoğu yazar yaratıcılığını bir süre sonra kaybeder. Övgülere kapılır. Yazar hakkında nihai kararı verecek yargıç kendidir. Eleştirmenlerin, editörlerin, yayıncıların, okurların rüzgârına kapılmışsa işi bit-
22
mistir. Ün ve servet rüzgârına kapılmışsa hiç düşünmeden sifonu çekebilirsiniz.
Her yeni dize bir başlangıçtır ve kendinden önce gelen dizelerden bağımsızdır. Her dize ile baştan başlarız. Ve o kadar da kutsal filan değildir. Dünya yazarların yokluğuna kanalizasyon yokluğundan çok daha kolay katlanır. Ve dünyanın bazı yerlerinde ikisinden de çok az var. Ben kanalizasyonsuz yaşamayı yeğlerim elbette, ama ben hastayım.
İnsanı yazmaktan alıkoyabilecek tek şey kendisidir. Yazma isteğini gerçekten duyan kişi mutlaka yazar. Reddedilme ve aşağılanma onu güçlendirir sadece. Ve engellenişi ne kadar uzun sürerse o kadar güçlenir, barajda yükselen su gibi. Yazmakla kaybedilecek hiçbir şey yoktur; uyurken parmaklarınızı güldürür; insanı kaplan gibi yürütür, gözlerini ateşleyip ölümle yüz yüze getirir. Bir savaşçı gibi ölür, cehenneme şeref konuğu olursunuz. Sözün kuman. Oyna, çevir çarkı. Karanlıktaki palyaço ol. Gülünçtür. Gülünçtür. Yeni bir dize daha.
26/09/91 23:36
Yeni kitaba başlık. Hipodromda otururken başlık düşündüm. İnsanın hiç düşünemediği bir yer size. İnsanın ruhunu ve beynini emiyor. Ve geceleri uyuyamıyorum bir süredir. Bir şey enerjimi tüketiyor.
Yalnız adamı gördüm bugün hipodromda. "N'aber Charles?" dedi. "İyilik," dedim. Sonra uzaklaştı. Arkadaş arıyor. Konuşmak istiyor. Âtlardan. Konuşulmaz atlardan. Atlar EN SON konuşulacak şeydir. Birkaç koşu sonra otomatik bahis makinesinin üstünden bana bakarken yakaladım. Zavallı adam. Dışarı çıkıp oturdum. Yanımdaki polis muhabbet açtı. Şimdilerde güvenlik görevlisi diyorlar. "Tabelanın yerini değiştiriyorlar," dedi. "Evet," dedim. Tabelayı sökmüş daha kuzeye taşıyorlardı. Birileri için iş demekti. İnsanların aç kalmadıklarını görmek beni sevindirir. Polisin benimle deli olup olmadığımı merak ettiği için konuştuğu fikrine kapıldım. Böyle bir şey yoktu muhtemelen. Bana öyle geldi ama. Fikirlerin üstüme atlamalarına izin veririm. Göbeğimi kaşıyıp hoş sohbet ihtiyar ayaklarına yattım. "Eski gölleri tekrar inşa edeceklermiş," dedim. "Ya?"
24
dedi. "Eskiden buranın adı Göller ve Çiçekler Hipodromu'ymuş." "Öyle mi?" dedi. "Evet," dedim, "güzellik yarışması tertipleyip Kaz Kraliçesi seçerlerdi. Sonra kraliçeyi bir kayığa bindirip kazların arasında kürek çektirirlerdi. Yenir yutulur tarafı yoktu." "Evet," dedi polis. Öylece durdu. Kalktım. "Ben gidip bir kahve alayım," dedim, "kendine dikkat et." "Olur," dedi, "rastgele." "Sana da, adamım," dedim. Ve topukladım.
Bir başlık. Bir tane bile gelmemişti aklıma. Hava serinlemişti. Yaşlı bir osuruk olarak gidip ceketimi almanın iyi olacağına karar verdim. Dördüncü kattan yürüyen merdivene bindim. Kim icat etti yürüyen merdiveni? Delilik diye buna derim. Yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde çıkıp inen insanlar, araba süren insanlar, garaj kapılarını uzaktan kumanda ile açan insanlar. Sonra yağlan eritmek için jimnastik salonlarına gidilir. 4.000 yıl sonra bacaklarımız olmayacak, ördeklere benzeyeceğiz. Bütün türler kendilerini yok ederler. Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o orospu çocuğu da açlıktan öldü.
Aşağı inip arabamdan ceketimi aldım, giydim ve yürüyen merdivenle tekrar yukarı çıktım. Daha bir playboy gibi hissettim kendimi, profesyonel gibi -mekanı terk edip dönmekten söz ediyorum. Gizli kaynağıma danışıp gelmişim gibi.
Bahislerimi oynadım, şansımın yaver gittiği söylenebilir. 13. koşuya gelindiğinde hava kararmıştı, çiseliyordu. On dakika erken oynayıp çıktım. Trafik temkinliydi. Yağmur Los Angeles şoförlerinin ödünü patlatır. Otobana girip kırmızı stop lambalarının peşine takıldım. Radyoyu açmadım, sessizliği yeğledim. Bir başlık geldi aklıma. Büyülenmemişler İçin İncil. Hayır, kötü. Çok tuttuğum bazı başlıklar geldi hatırıma. Başka yazarların. Tahtanın ve Taşın Önünde Saygı ile Eğil. Mükemmel başlık, berbat yazar. Yeraltından Mektuplar. Mükemmel başlık, mükemmel yazar. Bir de Yalnız Bir Avcıdır Yürek. Carson McCullers, hakkı en çok yenmiş yazarlardan. Kendi başlıklarımın içinde en çok beğendiğim, Canavarlarla Yaşayacak Denli Cesur Bir Adamın İtirafları. Teksir baskı ile içine ettim
25
ama o kitabın. Yazık.
Derken otoban tıkandı, öylece oturdum. Başlık yok. Kafam bomboş. Bir hafta deliksiz uyumak geldi içimden. Evden çıkarken çöpü çıkarmıştım allahtan. Yorgun hissediyordum kendimi. Çöp çıkarmayacaktım hiç olmazsa. Çöp bidonları. Bir gece bir çöp bidonunun üstünde sızmıştım. New York'da. Göbeğimde oturan bir sıçan uyandırmıştı beni. İkimiz de aynı anda üç metre havaya sıçramıştık. Yazar olmaya çabalıyordum. Hesapta olmuştum ama bir başlık bulamıyordum. Sahtekarın tekiydim. Trafik biraz kımıldadı, izledim. Kimse kimsenin kim olduğunu bilmiyordu, harikaydı. Anîden otobanın üstünde yıldırım çaktı ve o gün ilk kez iyi hissettim kendimi.
26
30/09/91 23:36
Birkaç gün boyunca havanda su dövdükten sonra bu sabah uyandım ve başlık hazırdı, uykuda gelmişti: Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi. İçerikle örtüşüyor. Nihai şiirler, hastalığa ve ölüme dair. Farklı şiirler de var aralarında tabii ki. Biraz da mizah hatta. Ama başlık kitaba ve zamana uyuyor. Başlığı buldun mu her şey yerli yerine oturur, şiirler saftaki yerlerini alırlar. Başlığı sevdim de ayrıca. Başlığı bu olan bir kitap görsem elime alıp birkaç sayfa okumaya çalışırım. Bazı başlıklar okurun ilgisini çeksin diye abartılıdır. İş görmez, yalan iş görmez.
Neyse, bu da bitti. Şimdi ne olacak? Romana ve şiirlere devam. Öyküye ne oldu? Terk etti öykü beni. Bir nedeni var ama ne olduğunu bilmiyorum. Üstüne gitsem bulabilirim ama yaran olmaz. O zamanı romana ve şiire ayırmayı yeğlerim. Ya da ayak tırnaklarımı kesmeye.
Adam gibi bir çıtçıtlı tırnak makası icat etmenin zamanı geldi bence. Yapılabileceğinden eminim. Mevcut tırnak makaslan son derece kullanışsız ve cesaret kırıcı. Alkoliğin tekinin çıtçıtlı ile içki
27
dükkanını soymaya kalktığını okumuştum bir yerde. Orda da işe yaramamış. Dostoyevski nasıl keserdi tırnaklarını acaba? Van Gogh? Beethoven? Kendileri mi keserlerdi? Sanmıyorum. Eskiden benimkileri Linda keserdi. Çok da başarılıydı. Zaman zaman etimden bir parça aldığı da olurdu gerçi. Yeterince acı çektim ben. Her tür.
Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Bencilim, kıçımı iskemleye yerleştirip şiir yazmaktan bıkamadım. Yazmak ateş yakıyor içimde, havada perendeler atıyorum yazarken. İyi de, nereye kadar? Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Hepimize lazım. Bana lazım. Size lazım. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz.
Kanımca en tuhaf olan, ölmüş birinin ayakkabılarına bakmaktır. Daha hüzün verici bir şey tasavvur edemiyorum. Kişilikleri ayakkabılarında kalmıştır sanki. Giysilerde, hayır. Ayakkabılar. Ya da şapka. Ya da eldiven. Yeni ölmüş birinin yatağına ayakkabılarını, şapkasını ve eldivenlerini koyup bir süre bakın, delirirsiniz. Yapmayın. Neyse, onlar artık sizin bilemeyeceğiniz bir şey biliyorlar. Belki.
Koşuların son günü bugün. Hollywood Park'dan, Fair Plex'deki koşulara oynadım. Ekrandan. On üç koşuya da oynadım. Şanslı gü-nümmüş. Yenilenmiş ve güçlenmiş olarak ayrıldım hipodromdan. Sıkılmadım bile bugün. Kaygısız ve çevremle temastaydım. Çok şeyin farkında oluyorsun öyle olunca. Dönüş yolunda direksiyonu fark ediyorsun mesela, kontrol panelini. Kahrolası bir uzay gemisinden farkı yok. Trafiğe girip çıkıyorsun. Fütursuzca değil ama, ustalıkla -mesafe ve hız hesapları. Aptalca işler. Bugün değil ama. Yükseksin ve yüksek kalmalısın. Ne tuhaf. Karşı konmamalı ama. Uzun sürmez nasıl olsa. Yarın boş gün. Atlar koşmuyor.
Harbor güney otobanında beni izleyen polisi bile fark ettim bugün. Tam zamanında. Hızımı 90'a düşürdüm. O da düşürdü hızını. 90'la izledi. Beni 110'la enselemesine ramak kalmıştı. Acuras plakalardan nefret ederler. Kaldım 90'da. Beş dakika. En az 130'la sol-layıp gitti sonunda. Güle güle, dostum. Herkes gibi ben de trafik cezası yemekten nefret ederim. Dikiz aynasını sık sık dikizlemekte
28
yarar var. Basittir. Ama er ya da geç ceza yemek kaçınılmazdır. Ve yediğinde içkili olmadığına, ya da uyuşturucu taşımadığına şükret. Değilsen ya da taşımıyorsan. Neyse, başlık bulundu.
Şimdi Macintosh'umun başındayım ve önümde harikulade bir uzam var. Radyo berbat çalıyor ama % 100'lük bir gün beklemek saflık olur. %51 'i yakalamışsan kârdasın. Bugün % 97'ydi.
Mailer'in CIA hakkında koca bir roman yazdığını duydum. Profesyonel bir yazardır Norman. Bir keresinde karıma, "Hank benim tarzımı sevmiyor galiba, değil mi?" diye sormuş. Bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir, Norman. Ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse. Yazarlar sadece kendi boklarını koklamaktan hoşlanırlar. Ben de onlardanım. Yazarlarla konuşmaktan, ya da onlara bakmaktan haz etmem. Hele dinlemekten hiç. En kötüsü onlarla içmektir, salyaları üstlerine akar, açması görünürler. Annelerinin kucağını arıyorlarmış gibi.
Ölümü düşünmeyi başka yazarları düşünmeye yeğlerim. Çok daha memnuniyet vericidir.
Radyoyu kapatıyorum. Besteciler de arada sırada çuvallamışlar. İlle biri ile konuşmam gerekse bir bilgisayar tamircisini ya da cenaze levazımatçısını yeğlerim. İçkili ya da içkisiz. Tercihen içkisiz.
29
02/10/91 23:03
Ölüm bekleyenlere de gelir, beklemeyenlere de. Dışarısı yanıyor, boğucu ve aptal bir gün. Postaneden çıktım ve arabam çalışmadı. Ben de iyi bir yurttaşım. Otomobil Kulübü'ne üyeyim. Bana bir telefon lazım öyleyse. Kırk yıl önce her köşede bir telefon bulunurdu. Telefon ve saat. Ne zaman başını kaldırsan bir yerde bir saat görürdün. Artık yok. Zamanı bile bedava öğrenemiyorsun. Umumi telefonlar da yok olmak üzere.
Sezgime güvendim. Postaneye girdim, alt kata indim ve bir köşede tek başına bir telefon duruyordu. Yapış yapış, siyah bir telefon. Dört kilometre karelik bir alanda bir tane daha yoktur. Telefonu kullanmayı biliyordum. Galiba. Danışma. Kadının sesini duydum ve rahat bir nefes aldım. Sakin ve sıkıcı bir sesti, hangi kente bağlanmak istediğimi sordu. Kenti ve Otomobil Kulübü'nün adını söyledim. (Bu küçük şeylerin nasıl yapıldığını bilmek ve sık sık yapmak durumundasın, yoksa ölmüşsün. Sokak ortasında yığılıp kalırsın ve kimse başını çevirip bakmaz bile.) Danışmadaki kadın bana bir numara verdi ama istediğim numara değildi. Büro numarasını vermiş-
30
ti. Bir şekilde garaja bağlandım sonunda. Maço bir ses, serin kanlı, yorgun ama savaşçı. Harika. Gerekli bilgiyi verdim. "Yarım saat," dedi.
Arabaya dönüp bir mektup açtım. Bir şiir çıktı içinden. Bana dair. Ve ona. Tanışmıştık, öyle anlaşılıyordu, îki kez, on beş yıl önce. Ayrıca dergisinde şiirlerimi basmıştı. Büyük şairdim ama içiyordum. Ve sefil bir hayat yaşamıştım. Ve şimdi genç şairler de içiyor ve sefil hayatlar yaşıyorlardı çünkü başarmanın yolunun burdan geçtiğini sanıyorlardı. Ayrıca şiirlerimde başkalarına saldırmıştım, o da vardı içlerinde. Şimdi de hakkımda saldırgan şiirler yazdığını düşünüyordum. Yanılıyordum. O iyi biriydi ve on beş yıldan beri dergisinde birçok şairin şiirlerini basmıştı. Ve ben iyi biri değildim. Büyük yazardım ama iyi insan değildim. Ve benimle, "takılmak" istemezdi. Böyle yazmıştı: "takılmak. "Ayrıca imlası bozuktu.
Sıcaktı arabanın içi, 40 derece. 1906'dan bu yana yaşanmış en sıcak l Ekim.
Mektubunu yanıtlamayacaktım. Yanıtlarsam bir daha yazacaktı.
Bir başka mektup. Yazar ajansından, ekte yeni bir yazarın kitabından bazı bölümler. Bir göz attım. Kötüydü tabii ki. "Değerli görüşünüzü öğrenmek bizi mutlu edecek..."
Onun önerisi ile kocasına birkaç dize ve bir karikatür yolladığım kadından teşekkür mektubu, adam çok mutlu olmuş. Ama boşanmışlar ve serbest gazetecilik yapıyormuş, gelirse onunla bir söyleşi yapar mıydım?
Haftada iki kez söyleşi önerisi alırım. Söyleyecek o kadar da fazla şey yok. Yazacak şey çok, ama söyleyecek şey az.
Bir keresinde, eski günlerde, söyleşi yapmaya gelen bir Alman anımsıyorum. Önüne şarapları koyup dört saat boyunca konuşmuştum. Sonra zom olmuş bir halde bana doğru eğilip, "gazeteci filan değilim, seninle konuşmak istemiştim sadece..." demişti.
Mektupları yan koltuğa fırlatıp bekledim. Sonra çekiciyi gördüm. Ağzı kulaklarında bir genç. Hoş çocuk. Elbette. "HEY-GÜZELİM! BURDAYIM!" diye bağırdım. Arkama park etti. İnip derdimi anlattım.
31
"Acura garajına çek beni," dedim.
"Araban garanti kapsamında mı?"
Bal gibi biliyordu olmadığını. Altımdaki araba 1989 modeldi ve 1991 yılındaydık.
"Önemi yok," dedim. "Acura da bir servise çek beni."
"Çok sürer tamiri. Bir haftadan önce vermezler."
"Yok canım. Hızlıdırlar."
"Bak," dedi oğlan, "bizim kendi servisimiz var. Oraya çekelim, akşama alırsın. Bir günde bitmezse biter bitmez seni ararız."
O anda arabamın servislerinde bir hafta yattığı geldi gözümün önüne. Şaftımın değişmesi gerekiyordu. Ya da silindir kapaklarının.
"Acura'ya çek beni."
"Bekle," dedi. "Patronla konuşmalıyım."
Bekledim. Döndü.
"Akünü şarj etmemi söyledi."
"Ne?"
"Akünü şarj edeceğiz."
"Pekala. Edelim."
Arabama binip çekicinin arkasına kaydırdım. Kabloları çıkartıp yerleştirdi, hemen çalıştı. Formu imzaladım ve gazladım.
Yolda arabayı köşedeki servise bırakmaya karar verdim.
"Sizi tanıyoruz. Yıllardır gelirsiniz," dedi müdür.
"İyi," dedim gülümseyerek. "Beni sikmezsiniz öyleyse."
Bakakaldı.
"45 dakikada hallederiz."
"Tamam."
"Sizi evinize bırakmamızı ister misiniz?"
"Elbette."
İşaret etti. "O götürür sizi."
Güzel çocuklardan biri. Arabasına bindik. Tarif ettim. Bayın tırmanmaya başladı.
"Hâlâ film yapıyor musunuz?"
Ünlüyüm diyorum size.
"Hayır," dedim. "Sikmişim Hollywood'u."
32
Aklı basmadı.
"Burası," dedim.
"Ev değil malikane," dedi.
"Ben burda çalışıyorum sadece," dedim.
Doğruydu.
İndim. İki dolar bahşiş verdim. İtiraz etti ama aldı.
Bahçeye girdim. Kediler etrafa serilmişlerdi, bitkindiler. Bir daha dünyaya gelirsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli.
Yukarı çıkıp bilgisayarın başına oturdum. Son avuntum. Güç ve üretim olarak ikiye katlandım. Sihirli bir alet. Çoğu insan televizyonun karşısına nasıl oturursa öyle oturuyorum başına.
"Yüceltilmiş bir daktilo sadece," dedi damadım bir keresinde.
Ama o bir yazar değil. Sözcüklerin boşluğu ısırması, ekranda birden çakmaları ne demektir bilemez. Zihnimizdeki düşüncelerin anında sözcüklere dönüşmesinin fikirleri çoğalttığını bilemez. Daktilo çamurda yürümektir. Bilgisayar buz pateni. Göz kamaştırıcı bir patlamadır. İçinizde bir şey yoksa bunların önemi yoktur elbette. Sonra o düzeltme olanakları, temizlik. Lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. İlkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için. Böylesi, zafere ve kurtuluşa tek koşu.
Bilgisayardan sonraki adım ne olacak acaba? Parmaklarını şakaklarına bastıracaksın ve sözcükler anında belirecek. Yola çıkmadan depoyu doldurmak gerekecek elbette, ama bunu yapabilecek birkaç talihli çıkacaktır mutlaka. Öyle umalım. Telefon çaldı.
"Akü bitmiş," dedi ses. "Yeni bir aküye ihtiyacınız var."
"Ya ödeyemezsem?"
"Yedek lastiğinizi rehin alırız."
"Geliyorum."
Tepeden inmeye başlamıştım ki yaşlı komşumun seslendiğini duydum. Bağırıyordu. Basamakları tırmandım. Altında pijama, üstünde gri renk eski bir kazak vardı. Yanına gidip elini sıktım.
33
"Kimsin sen?" diye sordu.
"Komşunuzum. On yıldır komşuyuz."
"96 yaşındayım," dedi.
"Biliyorum, Charlie."
"Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor."
"Haklı. Alırsın."
"Şeytan da korksun. Onu da işinden edebilirim."
"Hiç şüphem yok."
"Sen kaç yaşındasın?"
"71."
"71 mi?"
"Evet."
"71 de yaşlı."
"Biliyorum, Charlie."
El sıkıştık ve yorgun ağaçların ve evlerin önünden aşağı vurup bayırı indim.
Servise gidiyordum.
Kıçından vurulmuş bir gün daha.
34
03/10/91 23:56
Bugün hipodromlar arası bahis mevsiminin ikinci günü. Sıra Oak Tree Hipodromu'ndaydı. Sadece 7000 bahisçi. Çokları o uzun Arcadia yolculuğunu göze alamıyor. Kentin güneyinde oturanlar için Harbor Otobanı, Pasadena Otobanı, sonra da bir süre kent trafiği demek. Bu sıcakta çekilmez. Dönüşü de var. Ben ne zaman git-tiysem bitap döndüm.
Orta çapta bir antrenör aradı bugün. "Kimse gelmiyor. Bitti. Yeni bir meslek edinmeliyim. Elektrikli bir daktilo alıp yazarlığa başlamayı düşünüyorum. Seni yazarım..."
Tele-sekretere mesaj bırakmıştı. Arayıp bire altı veren tayı ikinci geldiği için kutladım. Canı sıkkındı ama.
"Antrenörler hapı yutmuş. Sonumuz geldi," dedi. Bakalım yarın kaç kişi gelecek. Cuma. 1000 fazla belki. Bu sadece bahis sistemi ile alakalı değil, ekonomi ile de alakalı. Hükümetin ve basının itiraf edemeyeceği kadar kötü ekonomi. Hâlâ ayakta kalmayı başaranlar belli etmemeye çalışıyorlar. Şu anda en iyi sektör uyuşturucu sektörüdür herhalde. Yahu, uyuşturucu sektörü bitti-
35
ği anda gençlerin yarısı işsiz kalır. Ben bir yazar olarak hâlâ su üstünde kalabiliyorum. Ama güven olmaz, bir gecede bitiverirsiniz. Olsun, emeklilik maaşım var: ayda 943 dolar. Yetmiş yaşına bastığımda bağlandı. Ama ona da güven olmaz. Emeklilik maaşları kesilmiş yaşlıların sokağa düştüğünü tasavvur edebiliyor musunuz? Göz ardı etmeyin. Milli borcumuz bizi dev bir ahtapot gibi yutabilir. İnsanlar mezarlıklarda uyumaya başlarlar. Bu çürümüşlüğün tepesinde zenginlerden oluşmuş bir krema tabakası var aynı zamanda. Şaşırtıcı değil mi? Bazı insanların o kadar çok paralan var ki, kaç paralan olduğunu bile bilmiyorlar. Milyon dolarlardan söz ediyorum. Hollywood'a bakın, 60 milyonluk filmler yapıyorlar, herbi-ri onları izlemeye giden zavallılar kadar zavallı. Zenginler hâlâ zirvede, sistemi sağmanın bir yolunu hep bulur onlar.
Hipodromların hıncahınç dolu oldukları günleri hatırlıyorum, omuz omuza, kıç kıça, ter içinde, bağıranlar, gişelere koşanlar. İyi zamanlardı. Şanslıysan barda bir hatun araklardın ve o gece dairende içki içer, kahkahalarla gülerdiniz. O günlerin (ve gecelerin) hiç bitmeyeceğini sanmıştık. Hem neden bitmek zorundalar? Otoparkta barbut. Yumruklaşmalar. Kabadayılık. İhtişam. Elektrik. Yahu, hayat güzeldi. Eğlenceliydi. Erkekler erkekti. Sıkıysa yan bak. Ve açıkça söylemek gerekirse, iyi bir duyguydu. Alkol ve yatak muhabbetleri. Ve barlar. Dolu barlar. Televizyon yok. Sarhoşluktan içeri alınırsan bir gece tutarlar, ayıltıp yollarlardı. İşlerden kovulur, yeni işler bulurdun. Bir yerde uzun takılmak hesapta yoktu. Ne günlerdi. Ne hayattı. Akıl almaz şeyler olurdu sürekli, ardından da daha akıl almaz şeyler.
Buharlaştı gitti her şey. Güneşli bir akşam üstünde bir numaralı hipodromda 7000 kişi. Bar boş. Elinde havlu ile bekleyen barmen sadece. Nerede bu insanlar. Her zamankinden çok insan var ama neredeler? Köşe başlarında dikiliyor, evlerinde oturuyorlar. Bush kolay bir savaş kazandığı için tekrar seçilebilir. Ama ekonominin içine etti. Bankanızın yarın açılacağından emin olamıyorsunuz. İç karartmak değil amacım. 1930'da herkes nerede durduğunu biliyordu hiç olmazsa. Şimdi aynalar evindeyiz. Kimse ekonominin neden
çökmediğini bilmiyor. Kimin için çalıştığını da. Çalışıyorlarsa.
Lanet olsun, konuyu değiştirmekte yarar var. Benden başka hâl ve gidişattan şikayet eden yok. Varsa bile kimsenin duyamayacağı bir yerdeler.
Ve ben oturmuş şiir yazıyorum, roman yazıyorum. Elimde değil. Başka bir şey yapamıyorum.
Altmış yaşıma dek yoksul yaşadım. Şimdi ne zenginim, ne de yoksul.
Hipodromda satıcıları, parkçıları, büro ve temizlik elemanlarını işten çıkarıyorlar. İkramiyeler azalacak. Hipodrom küçülecek. Cokey sayısı azalacak. Kahkahalar da. Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi de kendini yiyor. İki bine yaklaşıyoruz. Ben gitmiş olurum. Kitaplarım kalır yadigar. Hipodromda 7000 kişi. 7000. İnanamıyorum. Siera Madres'lar ağlıyor sisin içinde. Atlar artık koşmadıklarında gök tepemize inecek, dümdüz, geniş, masif. Yerle bir olacağız. Dokuzuncu ayağı Camgöz götürdü. Tek yazmıştım.
09/10/91 00:07
Bilgisayar kursu hayalara atılan tekmeden farksızdı. Santim santim alıp bütünü kavramaya çalışıyorsun. Sorun kitapların bir şey, bazı insanların ise başka bir şey söylemelerinden kaynaklanıyor. Terminoloji yavaş yavaş anlaşılır hale geliyor. Bilgisayar sadece yapar, bilgisayar bilmez. Kafasını karıştırırsanız size düşman kesilir. Yine de bilgisayar sapıtıp tuhaf şeyler yapabilir. Virüs kapar, kısa devre yapar, iflas eder, bombalar, vs. Nedense bu gece bilgisayardan ne kadar az söz edersek o kadar iyi diye hissediyorum.
Çok uzun zaman önce Paris'te benimle söyleşi yapan o deli Fransız ne yapıyordur acaba? Viskiyi bira içer gibi içen Fransız? Şişeler boşaldıkça daha da delirir, zekileşirdi. Ölmüştür herhalde. Ben de eskiden günde on beş saat içerdim, bira ve şarap daha çok. Benim de ölmüş olmam gerekirdi. Öleceğim. Hiç fena sayılmaz, ölümü düşünmek. Tuhaf ve karışık bir hayat yaşadım; büyük kısmı felaket, can sıkıntısı. Kendimi bokun içinden itip çıkarış şeklim farkı yarattı diye düşünüyorum. Geriye baktığımda başıma ne gelirse gelsin serinkanlılığımı ve mevcut klasımı korumayı başardığımı sanı-
38
yorum. FBI ajanlarının beni arabayla götürürken nasıl öfkelendiklerini anımsıyorum. "HEY-BU HERİF EPEY SERİNKANLI!" diye bağırmıştı içlerinden biri. Beni neden götürdüklerini ve nereye götürdüklerini sormamıştım. Umurumda değildi. Bu anlamsız hayattan bir dilim daha, diye hissediyordum. "BİR DAKİKA-" dedim onlara, "BEN KORKUYORUM!" Bu onları rahatlatmıştı. Uzaydan gelme yaratıklardan farksızdılar benim için. iletişim olanaksızdı. Tuhaftı ama. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bana tuhaf gelmemişti aslında, bildiğimiz anlamda tuhaftı. Yüzler ve eller görüyordum sadece. Bir konuda kesin bir karar vermişlerdi, gerisi onların bileceği işti. Adalet ya da mantık aramıyordum. Hiç aramadım. Sosyal içerikli yazmamamın nedeni bu belki de. Bu sistemden ne köy olur, ne de kasaba bana kalırsa. Olmayan bir şeyi geliştiremezsin. O polisler korku göstermemi istemişlerdi, buna alışıktılar. Bense sadece iğreniyordum.
14/10/91 00:47
İnsan hipodromda tuhaf tiplere rastlıyor elbette. Hemen hemen her gün gelen biri var. Bir tek kez olsun kazandığına şahit olmadım. Her koşudan sonra dehşete kapılır, kazanan ata verip veriştirir. "YAHU EŞEK BU!" diye bağırmaya başlar. O atın birinci gelmesinin neden olanaksız olduğunu anlatmaya girişir. Beş dakika. Söz konusu at genellikle 2'ye 5, ya da 1'e 3 veriyordun Bunlar boş atlar olsa olasılıkları yüksek olur. Ama arkadaşın aklı bir türlü basmıyor. Foto finişle kaybetmeye görsün. Kendinden geçer. "İNSAFINA TÜKÜREYİM! TANRIM BUNU BANA YAPAMAZSIN!" Hipodroma girişini neden yasaklamazlar bilmiyorum.
Bir keresinde başka birine sordum, "Baksana, bu herif geçimini nasıl sağlar?" Birkaç kez konuştuklarına şahit olmuştum.
"Borç alarak," dedi.
"Borç isteyebileceği adamlar bir süre sonra tükenmiyor mu?"
"Yenilerini buluyor. En çok kullandığı tezgah nedir biliyor mu-
sun?
"Ne?"
"Bankalar sabah kaçta açıyor?"
Hipodromda olmak istiyor herhalde, orda olmak sadece. Sürekli kaybetse bile orda olmak onun için bir şey ifade ediyor. Olunacak bir yer. Delice bir düş. Ama sıkıcı da. Sersemletici. Herkes başkalarının bilmediği bir şeyi bildiğini sanır. Yitik aptal egolar. Ben de onlardan biriyim. Benim için bir hobi olmaktan öteye gitmiyor. Sanırım. Umarım. Ama bir sihri var hipodromun; kısa bir film karesi, oynadığın atın atağa kalkıp potayı bulması. Gözünle görürsün her-şeyi, adrenalin yükselir. Hayat anlam kazanır birden. Ama koşular arasındaki bekleyiş çok yeknesaktır. Ortalıkta dikilip duran insanlar toz gibi kuru görünmeye başlarlar. Cepleri boşalmıştır. Herşeye rağmen, evde kalınca huzursuz hissediyorum kendimi; hasta, yararsız. Tuhaf. Geceler hep olması gerektiği gibiler. Geceleri yazıyorum. Ama gündüzleri bir şekilde def etmek zorundayım. Ben de hastayım aslında. Gerçekle yüzleşemiyorum. İyi de, gerçekle yüzleşmeyi kim ister?
Şu Philadelphia barında sabahın beşinden ertesi sabahın ikisine kadar kaldığım dönemimi hatırlattı bana. Olabileceğim tek yerdi sanki. Çoğu kez odama gidip döndüğümü bile anımsayamazdım. O bar taburesinden kıçımı kaldırmıyordum sanki. Gerçeklerden kaçıyordum, gerçekler hoşuma gitmiyordu.
Bu tip için de hipodrom öyle bir yer belki.
Pekala, siz bana yararlı bir meslek söyleyin. Avukat? Doktor? Onlar da boktur. Bok olmadıkları sanılır ama bokturlar. Sisteme kilitlenmişlerdir ve çıkamazlar. Ve hemen hemen herkes işini iyi yapmıyor. Önemsemiyorlar, güvenli bir kozanın içindeler.
Epey matraktı orası bugün. Hipodromdan söz ediyorum yine.
Cazgır ordaydı. Ama bir başka tip daha vardı, gözlerine bakınca sorunlu olduğunu hemen fark ediyordunuz. Öfke saçıyorlardı. Cazgırın yanında durmuş kehanetlerini dinliyordu. Cazgır bir sonraki koşu için bir tahminde bulundu. Cazgır'ın böyle bir yeteneği var, ikna olabilirsiniz. Öfkeli Gözler, Cazgır'ın tüyosuna göre oynuyordu anlaşılan.
Gün ilerledi. Heladan çıkarken gördüm ve duydum. Öfkeli Göz-
ler, Cazgır'ı sıçıp sıvıyordu. "Allah belanı versin! Kes sesini yoksa seni öldürürüm!" Cazgır adama sırtım döndü ve teessüf eder gibi, "Lütfen... Lütfen," diyerek uzaklaştı. Öfkeli Gözler peşini bırakmadı. "OROSPU ÇOCUĞU! ÖLDÜRECEĞİM SENİ!"
Güvenlik görevlileri Öfkeli Gözler'i sakinleştirip uzaklaştırdılar. Hipodromda cinayete göz yumulmuyordu anlaşılan.
Zavallı Cazgır. Günün geri kalanında sessizdi. Sonuna kadar kaldı ama. Kumar insanı çiğ çiğ yiyebilir elbette.
Bir keresinde sevgilim bana, "Açınılacak durumdasın, hem Anonim Alkolikler'e, hem de Anonim Kumarbazlar'a gidiyorsun," demişti. Yatak faaliyetlerini engellemedikleri sürece ikisine de itirazı yoktu aslında. Engelleyince nefret ediyordu ikisinden de.
İflah olmaz bir kumarbaz olan bir arkadaşım bir keresinde bana, "Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak," demişti.
Ben öyle değilim, yıllarca açlık çektim. Meteliksiz kalmak insana ancak gençlikte biraz romantik gelebilir.
Neyse, Cazgır ertesi gün yine hipodromdaydı. Aynı şey: her koşudan sonra sonucu bağıra çağıra protesto etti. Bir yandan da dahi olduğunu kabullenmek lazım, çünkü birinci gelecek atı hiçbir zaman bulamıyor. Düşünün bunu. Kolay değildir. Hiçbir şey bilmediğinizi var sayalım. Bir numara seçebilirsiniz, herhangi bir numara, 3 mesela. İki-üç gün boyunca sadece 3 numaraya oynayın mutlaka birinde atı bulursunuz. Ama Cazgır bugüne dek bir kez olsun bulamadı atı. Şaşılası bir adam. Atlar hakkında tonla şey biliyor; zamanlan, performansları, huyları, sınıfları, vs., ama yine de sadece kaybedenleri seçmeyi beceriyor. Düşünün bunu. Sonra da unutun, insanı delirtebilir.
275 dolar kaldırdım bugün. Geç yaşta başladım atlara oynamaya. Otuz beş yaşında. Otuz altı yıldır oynuyorum ve hesabıma göre 5.000 dolar içerdeyim. Tanrılar bana 8 ya da 9 yıl bahşederlerse geri alabilirim belki.
Amaç olarak fena sayılmaz, değil mi?
Hı?
15/10/91 00:55
Dermanım yok. İki gece kafayı çektim bu hafta. Eskiden toparlandığım kadar çabuk toparlanamadığımı itiraf etmeliyim. Yorgun olmanın iyi yanı, yazarken çılgınca ve bulanık beyanatlarda bulunmamak. Kötü bir şey olduğundan değil, alışkanlık haline gelmesin yeter ki. Yazmanın yapması gereken ilk şey kıçını kurtarmak olmalı. Bunu yapıyorsa kendiliğinden lezzetli ve eğlendirici olur zaten.
Tanıdığım bir yazar herkese telefon edip her gece beş saat daktilo tuşladığını söylüyor. Buna hayranlık duymamızı bekliyor herhalde. Bilmem söylemeye gerek var mı? Önemli olan ne tuşladığı. Telefonda geçirdiği zamanı da o beş saate dahil ediyor mu acaba?
Ben bir ile dört arasında yazabilirim, dördüncü saatte yazdıklarım genellikle işe yaramaz. Tanıdığım biri bir keresinde bana, "Sabaha kadar düzüştüm," demişti. Beş saat daktilo tuşlayan adam değil. Birbirlerini tanıyorlar ama. Değiş tokuş yapmalarında yarar olabilir. Beş saat boyunca daktilo tuşlayan sabaha kadar düzüşsün, sabaha kadar düzüşen beş saat boyunca daktilo tuşlasın. Ya da başka biri daktilo tuşlarken birbirlerini düzsünler. Daktilo tuşlayan ben ol-44
mayayım ama, lütfen. Kadına yaptırın. Varsa.
Hımmm... Bir tuhaf hissediyorum kendimi bu gece, biliyor musunuz? Maksim Gorki'yi düşünüp duruyorum. Neden acaba? Bilmiyorum. Maksim Gorki hiç yaşamadı gibi geliyor bana, nedense. Bazı yazarların yaşadıklarına inanabiliyorsun. Turgenev gibi, D.H.Lawrence gibi. Hemingway yarı yarıya bence. Ordaydı, ama yoktu da. Ama Gorki? Güçlü yazdı. Devrimden sonra solmaya başladı. Dır dır edecek fazla bir şey kalmamıştı. Savaş karşıtı eylemciler de böyle, başarılı olabilmek için savaşlara ihtiyaçları var. Savaş karşıtlığı yaparak gül gibi geçinenler var. Savaş olmadığı zaman ne yapacaklarım bilemiyorlar. Körfez Savaşı sırasında bir grup yazar ve şair devasa bir gösteri planlamışlardı mesela, şiirler ve söylevler hazırdı. Savaş birden bitti. Gösteri bir hafta sonraya planlanmıştı. İptal etmediler. Yaptılar gösterilerini. Çünkü sahnede olmak istiyorlardı. Buna ihtiyaç duyuyorlardı. Kızılderili yağmur dansına nasıl ihtiyaç duyarsa, öyle.
Şahsen savaşa karşıyım. Savaş karşıtı olmak popüler, ahlaki açıdan doğru ve aydınca bir tavır olmadan önce de karşıydım savaşa. Ama bu profesyonel eylemcilerin çoğunun cesaretlerinden ve samimiyetlerinden şüphe ederim. Gorki'den nereye geldik. Sal düşünceyi, aksın. Kimin umurunda?
Hipodromda kazançlı bir gün daha. Tasalanmayın, bütün parayı ben götürmüyorum. Genellikle 10 ya da 20, aklım iyice yatıyorsa 40 dolarlık ganyan oynarım.
Hipodrom da insanların kafasını karıştırıyor. Her koşudan önce televizyonda iki uzmana tahmin yaptırıyorlar. Ve her günün sonunda zarar gösteriyorlar. Bilgisayarlar bile, ne kadar veri yüklerseniz yükleyin, beygirlerin ne yapacağını önceden kestiremezler. Birisine size ne yapmanız gerektiğini söylemesi için para ödüyorsanız, kaybettiniz demektir. Bu psikiyatrınızı, psikologunuzu, borsacınızı, sanat tarihi öğretmeninizi ve vesairenizi de kapsar.
Bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şey daha yoktur. Ama çoğu insan korkularına yenilir. Başarısızlıktan o denli korkarlar ki başarısız olurlar. Fazlası ile koşullanmışlardır, birinin
45
onlara ne yapması gerektiğini söylemesine alışkındırlar. Aile ile başlar, okul ve iş hayatında sürer.
Bakar mısınız, hipodromda iki şanslı gün geçirdim ve birden her şeyi biliyorum.
Geceye açık bir pencere var burda, donuyorum. Ama kalkıp kapıyı kapatmıyorum çünkü söz dört nala koşuyor ve dizginlere asılamayacak kadar hoşnutum. Ama lanet olsun, kalkıp kapatacağım ve işeyeceğim.
Halloldu. İkisi de. Üstüme hırka bile giydim. Yaşlı yazar hırkasını giyer, bilgisayar ekranına bakar ve hayata dair yazmaya başlar. Daha kutsallaşabilinir mi? Ve allahaşkına, bir insanın ömründe ne kadar işediğini hiç merak ettiniz mi? Ne kadar yediğini, sıçtığını? Tonlarca. Korkunç. En iyisi ölüp gitmek, uzun kalırsak dışkılarımızla çevreyi kirletiriz. Striptizci kızların da allah belasını versin, onlar da dışkılıyorlar.
Yarın atlar koşmuyor. Perşembe boş gün.
Aşağı inip biraz karımla oturacağım. Aptal kutusuna bakarım biraz. Ya hipodromdayım ya da makinenin başında. Karım bundan şikayetçi değildir belki de. Değildir umarım. Gidiyorum. İyi biri sayılırım aslında, değil mi? Merdivenden aşağı. Tuhaf olmalı benimle yaşamak. Bana tuhaf.
İyi geceler.
20/10/91 00:18
Kendimi boş bir testi gibi hissettiğim gecelerden biri. Tahayyül edin. Kazınmış, huzursuz. Işıksız. İğrenme duygusundan bile yoksun.
İnsan kendini böyle hissettiğinde intiharı bile düşünemez. Fikri oluşmaz.
Kalk. Kaşın. Su iç.
Temmuz ayında bir sokak köpeğinden farkım yok, oysa aylardan ekim.
İyi bir yıl oldu yine de. Arkamdaki kitaplık yazılarımla dolu. Ocağın 18'inden bu yana yazılmış. Zincirlerini kırmış bir deliden farkım yok. Aklı başında hiçbir yazar bu kadar çok yazmaz. Hastalık.
Bu yıl ziyaretçileri püskürtmekte her zamankinden daha başarılı olduğum için de iyi bir yıl sayılır. Bir keresinde aldatıldım ama. Londra'dan bir adam yazdı, Soweto'da öğretmenlik yapıyormuş. Öğrencilerine Bukowski okuduğunda çoğu ilgi göstermiş kara derili Afrika'lı çocuklar. Hoşuma gitti. Davulun sesi bana da uzaktan 48
hoş gelir. Aynı adam daha sonra Guardian'da çalıştığını ve gelip benimle söyleşi yapmak istediğini yazdı. Telefon numaramı istiyordu. Ben de mektup yazıp telefon numaramı yolladım. Aradı. Efendi biri izlenimi uyandırdı telefonda. Gün ve saat belirledik. Belirlediğimiz günün gecesi kapıdaydı. Linda ile şarapları açtık, bardakları sehpanın üstüne koyduk ve başladık. Söyleşi fena gitmiyordu ama bir tuhaflık da seziyordum. Sorduğu soruya yanıt veriyordum, sonra soru ve yanıtımla ilgili kendi hayatından bir şeyler anlatmaya başlıyordu. Şişeler boşaldı ve söyleşi bitti. Bir şişe daha açıp içmeye devam ettik. Afrika'dan söz etmeye başladı. Aksanı giderek değişiyor, bayağılaşıyordu. Kendi de hızla aptallaşmaya başlamıştı. Gözlerimizin önünde değişim geçiriyordu. Derken cinsellik konusuna girdi ve bir türlü çıkamadı. Küçük zenci kızlardan hoşlanıyordu. Ona fazla zenci tanımadığımızı ama Linda'nın Meksikalı bir arkadaşı olduğunu söyledim. Buydu duymak istediği. Meksikalı kızlara nasıl bayıldığım anlatmaya başladı. Linda'mn arkadaşı ile mutlaka tanışmalıydı. Mutlaka. Düşünmemiz gerektiğini söyledik. Aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu. Kaliteli şarap içiyorduk ama adam ucuz viski içmiş gibi davranıyordu. Çok geçmeden herşey Meksikalı kıza indirgendi. "Meksikalı kız... Meksikalı kız... Nerde Meksikalı kız?" Tamamen çözülmüştü. İğrenç bir ayyaşdan farkı kalmamıştı. Görüşmenin bittiğini söyledim. Ertesi gün hipodroma gidecektim. Kapıya götürdük. "Meksikalı kız... Meksikalı kız..." diye söylendi.
"Söyleşinin bir kopyasını gönderirsin bize, değil mi?" diye sordum.
"Elbette, elbette," dedi. "Meksikalı kız..."
Kapıyı kapattık ve gitmişti.
Onu aklımızdan silip atmak için bir süre daha içmek zorunda kaldık.
Üstünden bir ay geçti. Hâlâ söyleşinin kopyasını bekliyorum. Guardian'la filan ilişiği yoktu adamın. Sahiden Londra'dan arayıp aramadığını da bilmiyorum. Long Beach'den aramıştı muhtemelen. İnsanlar evime girebilmek için söyleşiyi bahane ediyorlar. Söyleşi
49
için genellikle bir ücret talep edilmediğinden, herkes eline bir ses kayıt cihazı ve soru listesi alıp kapıyı çalabilir. Bir gece bir Alman çaldı kapıyı. Tirajı milyonları bulan bir Alman dergisi için çalıştığını söyledi. Saatlerce oturdu. Sorulan aptalcaydı ama iyi bir söyleşi olmasını istiyordum; açıldım. Üç saatlik kayıt yaptı. İçtik, içtik ve içtik. Başı önüne düşmeye başlamıştı. Adamı zom etmiştik ve içmeye devam ediyorduk. Keyfimiz yerindeydi. Adamın başı göğsüne inmişti. Ağzının köşelerinden salyalar akıyordu. Sarstım. "Hey! Hey! Uyan!" Kendine geldi ve bana baktı. "Sana bir şey söyleyeceğim," dedi. "Ben dergide filan çalışmıyorum. Seni görmek istedim sadece."
Bir zamanlar fotoğrafçılara da çok kerizlenirdim. İlişkilerinden söz edip işlerinden örnekler gönderirlerdi. Sonra filtreleri, flaşları, fonları ve asistanları ile çıkagelirlerdi. Bir daha haber alamazdın ama. Fotoğraf yollamazlardı demek istiyorum. Bir tane bile. "Hepsinden birer adet göndereceğim sana," demişti bir tanesi. "Biri sahici ebatlarda olacak." "Ne demek istiyorsun?" diye sormuştum. "İki metre uzunluğunda, seksen santim genişliğinde bir fotoğraf yollayacağım sana." Bu dediğim birkaç yıl önceydi.
Hep söylerim; yazarın işi yazmaktır. Bu sahtekar orospu çocukları beni kerizliyorlarsa suç bende. İşim yok artık onlarla. Elizabeth Taylor'a yaltaklansınlar.
22/10/91 16:46
Tehlikeli hayat. Sabah sekizde kalkıp kedileri besledim çünkü sekiz buçukta daha karmaşık bir güvenlik sistemi döşemek üzere Westec Güvenlik'ten biri gelecekti. (Bir zamanlar çöp bidonlarının üstünde uyuyan ben miydim?)
Westec Güvenlik'in adamı tam sekiz buçukta geldi. Evi gezdirip pencereleri ve kapılan gösterdim. Güzel, güzel. Hepsine elektronik ve optik alarm tesisatı döşeyeceğiz. Linda aşağı inip birkaç soru sordu. Benden daha iyidir bu işlerde.
Benim kafamda tek soru vardı: "Ne kadar sürer?"
"Üç gün," dedi adam.
"Aman allahım!" dedim. (Üç günün ikisinde hipodrom kapalı olacaktı.)
Bir süre ortalıkta dolandıktan sonra adama birazdan döneceğimizi söyleyip çıktık. Bir dostumuz evlilik yıldönümümüz için bize I.Magnin'in yüz dolarlık hediye çeklerinden vermişti. Ayrıca tahsil etmek istediğim bir telif çekim vardı. Önce bankaya. Çeki ciro ettim.
52
"İmzanız çok güzel," dedi kız.
Yan taraftaki kız gelip imzama baktı.
"İmzası sürekli değişir," dedi Linda.
"Sürekli kitap imzalamak zorunda kalıyorum," dedim.
"O bir yazar," dedi Linda.
"Öyle mi? Hangi türde yazıyorsunuz?" diye sordu kızlardan bi-
ri.
"Anlat," dedim Linda'ya.
"Şiir, öykü ve roman türünde yazar," dedi Linda.
"Bir de senaryo," dedim, "Barsineği."
"Ooo," dedi kızlardan biri gülümseyerek, "Gördüm,"
"Beğendiniz mi?"
"Evet," diye gülümsedi.
"Teşekkür ederim," dedim.
Sonra dönüp bankadan çıktık.
Gördünüz mü? Ünlüydük. Arabamıza binip alış veriş merkezine gittik.
I.Magnin'e yalan bir yerde bk şeyler yemeye karar verdik.
Boş masalardan birine oturup jambonlu sandöviç, elma suyu ve kapuçino söyledik. Masamızdan alış veriş merkezinin büyük bir bölümünü görebiliyorduk. Bomboştu. Ekonomi çok kötüydü. Biz yüz dolar harcamak üzereydik. Ekonomiye katkıda bulunacaktık.
Benden başka erkek yoktu orada. Sadece kadınlar oturuyordu masalarda, yalnız ya da ikili. Erkekler başka yerlerdeydi. Şikayetçi değildim. Kadınların arasında emniyetteydim. Dinleniyordum. Yaralarım iyileşiyordu. Biraz gölgede kalmaktan bir şey çıkmaz. Yoruldum kayalardan atlayıp durmaktan. Soluklandıktan sonra tekrar atlardım belki. Belki.
Yemeğimizi yedikten sonra I.Magnen'e girdik.
Gömleğe ihtiyacım vardı. Gömleklere baktım. Bir tane bile bulamadım. Geri zekalılar taraf
Tarih: 2020-06-02 21:17:30 Kategori: Edebiyat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx